Kuranda
her ne kadar okuması gerekenin Peygamber olduğu ve Allah’ın ayetlerini okuması
için gönderildiği ağırlıklı olarak vurgulanıyor olsa da, Âdemoğlunun çok daha
önce okumaya başladığı da bilinir. Çünkü Kurandan önce Tevrat, Zebur, İncil
gibi Allah’ın başka kitaplarını okuduğu da bir vakıadır.
Hele
yazıyı bulan, onlardan binlerce yıllar öncesi yaşanmaya başlamış Ön Türk
tarihine ise hiç girmeyelim, ilk ahidin bile runik Türkçe ile yazıldığından
bahsetmeyelim. Ve hiç, okuyan okumayanla bir tutulur mu diyelim sadece, yeterli
olur sanırım.
Dünya
genelinde dindar dağılımına bakılınca, Müslümanların, Hristiyanlar, Budistler
arkasında yer aldığı görülüyor. Demek ki İslam, ahır zaman dini olduğu halde
gerektiği gibi anlatılamadığından veya 72 fırkaya zamansız ayrıştırıldığından
ve Hz. Muhammed’in de dediği gibi ‘Ehl’i Beyt’den sapan fırkaların hepsinin
helak olacağı’ nedeniyle de, Dünya genelinde gerekli ilgi ve alakayı görememiş
anlaşılan.
Hal
böyle olunca da özeğine dönük reform yapılmadıkça, hele de mevcut din simsarı
kafayla bu sayıyı arttırmak için fazla da zorlamanın bir âlemi yok demektir.
Çünkü İslam’ın, zorladıkça, hele de çakma ayetlerle ve kaba kuvvete başvurdukça
daha da kaybedeceği kesindir. O halde kendi kurtuluşunun ya da en azından
ömrünün uzamasının dahi, laik sistemde olduğunu daha fazla gecikmeden kendisi
de anlamalıdır.
Okumasız
geçen, İmparatorluğun hudutları içinde ümmetin okuma oranının ağladığı, başını
duvarlara çarptığı kara yüzyıllardan sonra, Atatürk’le birlikte, hele de harf
devriminden itibaren, Batılıların – ki bizim tamgaları çeviremediklerinden
sadece harflerini alarak dünyaya Latin alfabesi diye pazarladıkları - kendi
runik alfabemize de tekrar kavuşunca, güneşimizin yeniden doğduğunu gördük. İlk
irfan yuvalarımız olan Köy Enstitülerimizle birlikte umutlarımız da bütünüyle yeşerdi,
gönlümüz şenlendi. Geleceğe umutla bakmaya başladık.
Ne
ki biz mutlu ve umutlu olurken, aydın geleceğimizin kendisi için karabasan
olacağını fark eden emperyalist, hemen melun tuzaklarını, sanal yardım
fonlarıyla peş peşe yolumuza döşemeye başladı. Ve neşemizi de kursağımızda
bıraktı. Sonrasını da biliyorsunuz artık. Neticede bugün Köy Enstitülerinin
yerini alan İmam Hatiplerle ve anti milli, üstüne de bilimsel olmaktan uzak, emperyalist
dayatması çakma bir eğitimle gelecek nesillerimiz, son Osmanlılar gibi yine
geleceğin emperyalist ümmetine dönüştürülüyorken, birilerinin de bir
taraflarına kına yaktığı hallere geldik.
Yetmedi,
gerçek İslam’ı bitiren, körpelerimizi zehirleyen fırkaların, Cumhuriyeti de
bitirmeye kalkan bağnazlığı ve aleni irticayı teşvik varsılı, artık işi o denli
küstahlık derecesinde bir anayasa ihlaliyle, apaçık bir vatan ihanetine de
dönüştürdü. Şimdilerde ise Müftü nikâhı uyarlaması ile de İslam Devletine adım
adım yol alan bir irticai paradigmanın alıştırmalarıyla, bu hedefin ön
hazırlığını yapıyorlar anlaşılan.
Ve
her adım kabul gördükçe de arkasındakini atacakları kesindir. Hani bir zamanlar
Ağalarının alıştıra alıştıra dediği gibi, hatırlayın! OHAL himayesinde bir oldubitti
irtica paradoksuna, şimdiden alışmamızı istiyorlar anlaşıldığı üzere. Ne ki
bunun için de önce Sultan’ın, tahtında oturuyor olması gerekir değil mi?
Lakin
daha önce Zarrab’ın itirafnamesi, yine gündeme düşen 17-25 tombalasıyla da
şaşkına dönen eğreti iktidarın, şimdi mezuniyet sertifikası olacağa benzer.
Esasen Başkanları dâhil diğer AKP kurmaylarının son günlerdeki gergin çıkışları,
fevri ruh halleri bu durumu da fazlasıyla teyit ediyor.
Bana
sorarsanız, anti bilimselliği halkın iradesi algısıyla ve de zorbalıkla
hepimize yedirmeye çalışan iktidar, aslında halkın kendisini yok sayıyor. Ve
kendi mevcudiyetinin de halkın iradesi olduğunu söylerken, yok olanı temsil
eden asal hiçliğini de şaşmaz bir biçimde itiraf ediyor. Lakin nasıl bir
idrak, hangi mantık bu kadar gafil olabiliyor ve biz de bunu nasıl kaçırabiliyoruz,
şaşırtıcı doğrusu.
Hadi
bırakalım bizim kaçırmamızı da, böyle bir enayi kadrodan akıllı geçinen emperyalist,
nasıl medet umdu bugüne kadar ve halen de umuyor, bunlara nasıl yatırım
yapıyor. İşte anlayamadığım budur. Demek ki bulmuşlar birbirlerini. Şansa bak,
bize de bu durumdan öğreti çıkartmak kalıyor artık.
Biz
öğretimizi çıkarırken, ömrünü uzatmak üzere Belediyelerden başlayan, parti içinde
ve Hükümete kadar da genişleyeceği anlaşılan iflas yolundaki İktidar sultasının,
yeni revizyon gayretkeşliği, kimseyi aldatmasın sakın. Çünkü AKP’yi bu saatten
sonra kurtarabilecek veya yeni bir Hükümete ancak koalisyon ortağı bile yapabilecek
tek şart, önce yanılgılar manzumesi haline gelmiş ve asıl metal yorgunu olan Başkanlarını,
yıpranmamış bir yenisiyle değiştirmektir. Çünkü Erdoğan’ın yıpranma kat sayısı
yakında Zarrab skecinden sonra tavan yapacaktır. AKP Kurmaylarının da artık kendi
selametleri adına, fıtratları olacak olan bu gerçeği anlamış olmaları
gerekir.
Yani
AKP’de MHP den de önce baştan ayağa bir revizyon şart görünüyor artık. İsmini
bile değiştirmesinde fayda vardır. Ve bundan sonra milli siyasa da yoluna devam
etmek istiyorsa, bütün günah keçilerinden arınmış temiz bir kadroyla ve tamamen
Kemalist bir merkezi duruşla, günah çıkarıp muhalefet içinde yerini almalıdır. Çünkü
Demokrasi isteniyorsa, o zaman da yürünecek yol budur. Bu belki de uluslararası
arenada bozulan imajımızın yeni kozmetiği olacak tek çıkış yoludur.
Ne
ki bu dediklerimiz bütün lekelerin gerçekten temizlenebilmesi şartıyla olabilir
ancak. Belki o zaman yenilenen Partinin kendi seçmeniyle de barışması söz
konusu olabilir. Ki şimdilik buna imkân görünmüyor. Hiç unutulmamalıdır ki Atatürk
Güneşinin mübarek huzmelerinin aydınlattığı Türkiye’miz, 100 yıl öncesinin son
Osmanlısı değildir artık.
Ve
uçuk, kaçık siyasi formüllere, gayrı meşru yaslanışlara, yanılgılara,
gelgitlere, anayasası dâhil bütün temel haklarını kaybetmeye, hepsinden öte de
artık boşa vakit sarf etmeye ve bundan sonra da Kemalist kalkınma hedefinden
ödün vermeye ise hiç tahammülü yoktur.
Koca
devenin kulağı küçüktür. O yüzden ‘devede kulak’ deyimi vardır. Ne yazık ki
bugün ortalıkta dolaşan o kadar iki ayaklı deve var ki bu salt gerçeklerin bile
farkında değiller. Kabararak, dolanıp duruyorlar, sonra da, arkalarında nokta
bile bırakamadan göçüp gidiyorlar sadece.
Bir
ülkenin başındaki, suçluluk kompleksi de taşıyan megaloman bir yapı, bunun
korkusuyla sonunda brutal bir tiranizmle buluşarak, ülkesinin başını da yakacağı
için, böyle bir zihniyete asla güvenilemez. Ve hiçbir yüce ulusun kaderi, aslında bir
aşiretinki bile böyle bir liderliğe asla teslim edilemez…
Serendip
Altındal