27 Ekim 2014 Pazartesi

SARAY MI DERGAH MI..

            Camiler iman dolu yüreğiniz dedir. Cami yapmaya ihtiyacınız yoktur diyen Hz. Muhammed'e rağmen, Müslüman geçinen bizim Badem spor, neden acaba gözüne kestirdiği her mümtaz köşeye bir cami kondurur. Bunu hiç düşündünüz mü? Sakla samanı, gelir zamanı mutat pratiği ile vakti geldiğinde onların yerine pahalı AVM'ler, rezidanslar kondurmak için.
          
            Çünkü gerektiğinde o camiler ve çevre alanlarına acilen el koymak, kolayca kitabına uyar ve zahmetsizdir. Ayrıca bu ihtiyaç fazlasının paralarını kimler ödüyor, diye sorgulamasını bilen vatandaşların da bir itirazı olmayacaktır nasıl olsa. Ya fanatik müminlerin itirazı olursa diye mi sormuştunuz. Haydi, canım geçiniz, dert ettiğiniz şeye bakın. Onları esasen adamdan saydıkları yok ki. Onlar sadece bağışlarını alıp mecliste ellerini kaldırmak veya sahiplerine reylerini atmak için vardırlar. Ayrıca bu camileri silme dolduracak ümmet mevcutları da yoktur nasılsa. Bilmem anlatabildim mi?


            Badem sporun manevi başkanı 29 Ekimde, saraydan ziyade kışlayı andıran AK dergâhta (pardon Aksaray’da) bir resital verecekmiş, meraklısına duyurulur. Ve orada Badem sporun lordlar(!) kamarasının yanında, prangalı medyanın teneke şövalyeleri ve çakma komutanlarla, bindirilmiş bürokratlar, levazımcı gugukçular, nasılsa hazır ve nazır olacaklar, boy farkıyla arz ı endam edeceklerdir. Her avantaya da balıklama daldıkları gibi.

            Çalıp söylesinler, gülsünler birlikte, aslında ağlanacak hallerine. Şayet işlerine yararsa, Uğur Dündar'ın aşağıda ki yazısını sağlık verelim. Okunması gerekir ve ibretliktir; ama onlar ön tasarımlı kafalarında parat olan takiye fontuyla okuyacakları ve yine anlamamaya programlı oldukları için de, yazının anlamı diğerleri gibi yine askıda kalacaktır şüphesiz.

            İlgili yazı: Bu yazıyı okurken çok şaşıracaksınız..

            Bu yazıyı okuduktan sonra hoşlarına gitmese de, yine de kafalarına soksunlar ki, Ak sarayları, kira bile ödemeyen şimdiki kiracısını çıkardıktan sonra, Pentagondan dahi büyük cismani yapısıyla, Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin Genel Kurmay Başkanlığının karargâhı olacaktır.
            Çünkü aslında yüce Türk Milletini temsil eden böyle bir yapı, ancak Atatürk'ün şerefli Türk Ordusuna yakışır. Yoksa bir kelleye verilecek, ya da zerzevat ağırlayacak bir misafirhane olarak bırakılamayacağı kesindir ve bu neviden bolca yapılan harcamaların parasını yok haliyle ödeyen bu millet için, hem taşınamayacak bir lüks ve hem de vebali ödenemez bir günah olur.

            Bizler ise aynı gün ve saatlerde, her halükarda Anıtkabir ve daha başka da mekanlarda, ahde vefa birlikteliklerinde, huşu içinde; ama çalıp söylemiyor, sadece yüreklerimizdeki kalıplaşmış Kemalist yemin, anlamlı sabır ve yeniden kavuşmanın özlemiyle, Çanakkale’ye, Conk bayırına, Sakarya tepelerine, Lozan'a ve ilk açılışa herzaman ki gibi, bu mukaddes günde yine empati köprülerimizi kuruyor olacağız.

                Cumhuriyet Bayramımız kutlu ve ebediyete nail olsun...

                                                                                                                 Serendip Altındal

22 Ekim 2014 Çarşamba

KALP AĞRISI..

         Hanidir safkanlarımız araziye uydu, meydanlar kanı bozuk itlere kaldı (şimdilik). Ayakların baş olması görelidir; ama kısa sürelidir ve bu anomalinin asla alışkanlığı da olamaz. Çünkü eşyanın tabiatına aykırı olur. Umut ise gönülde; ama acısı yürekteki derttir ve dermanını beklemektedir. Biliriz ki, zaman devinimdir ve zamanla dönüşür.Yani kendi güncelinin tezi ve antitezi arasında gelgittir. Hayatın zevkini almak veya yaşamın kıvamına varmak için, isteriz ki biz bizi terk etmeden sonuca varmış ve bir şekilde de evrensel adaletin o en tatlı zevkine ulaşmış olalım. İşte endişemiz de, canımız soğurulmadan bunu görememek korkusundandır aslında. Başka da bir nedenden değil.

         Dağlarda kurt ulur, sokakta köpek havlar. Kedi ise yeni doğurduğu yavrusunu yalamaktadır. Ayı uykusuna hazırlanıyorken, acılı rüzgâr yağmurdan yaşlarıyla camlarda ağlamaya başlar. Asayiş berkemal, mevsimse kışı kucaklamakta olan sonbahardır artık. Ve bir sene daha ömürlerimizden, vicdanlarımızdan ve geleceğimizden çalarak sona ermektedir yine.

         Efkârlı Türkiye’m ise, çoktan kış uykusuna yatmıştır bile. Aç, biilaç ve endişeli. Bizler ise kış arifesinde artan vergilere (aslında Deli Dumrul haraçları) ve alamadığımız zamlara isyanla bizar olurken, bolca havaya savrulan karşılıklı boş laf balonları, hezeyanlara dönüşüp adrenalin boşaltırken, planlanmış amaçsızlığa asılı zırvalar haline gelerek de, anlamsızlıklarını katlamaktadırlar. Sonuç ise stratejik plan dâhilinde kafaları karıştırarak, ülkemin beka hırsızlarının önünü açmak, onlara zaman kazandırmak için de, sanal gündem yaratmak olup çıkıyor neticede. Oysa birileri sessiz ve derinden ülkemin rantlarını, vicdanlarını soymaya devam ediyorlar veya öyle sanıyorlar diğer yanda.

         Türk milletini safında tutabilirsen kazanırsın. Bu ise hiç kolay değildir. Önce sapına kadar adil, güvenilir olmak ve hakkını vermek zorundasın. Şayet yanılıp da karşına almışsan, bitmişsin demektir. Şimdi bak etrafına, bu millet sana tam teslim, safında mı görünüyor? O halde çok dikkatli olmalısın. Bir anda Cin çarpmışa dönüverirsin sonra. Çünkü Türkiye’mizin, anında kanlarınızla kızıl göllere dönüşebilecek ovaları ve yaylalarında, artık seni terk edecek olan feleğini aramak; Atlantik’te yatınla balık tutmaya ya da Afrika turlarında safari yapmaya hiç benzemez.

         Şayet hala uyanamadıysan, tasvir etmeye çalıştığım manzaranın acı ve gerçek dehşeti, seni bir anda uyandıracaktır nasıl olsa. İşte o zaman aşsız ve işsiz bıraktırdığın tüyü bitmemişlere Molotof şişeleri attırmakla, kenarda köşede bir kaç günahsız canı tetikletmekle de kıçını kurtaramazsın, haberin olsun. Okun ucu döner dolaşır seninkini bulur nasıl olsa. Koruma ordun da seni saklayacak bir delik bulamaz artık.
         Olası büyük bir ihtimalle de, kendi kıçı adına, senden bir an önce kurtulmaya başta kendisi bakar. Tıpkı senden öncekilerde de sayısız kereler tekrarlandığı gibi. Kazıp kazıp da sonunda kendi mezarını mı buldun, deyiverirler adama sonra. Saatin çaldığında, adının Ahmet, Mehmet, Recep veya Hans, Meyer, Merkel ya da Coni, Tom, Obama vb. olduğunu kimse sormaz artık sana arkadaş...

         Şimdi bu söylemlerin üstüne, dünya genelinde ağırlıklı olarak da emperyalist Batı dünyasında devlet lideri olarak sahneye çıkarılmış adamlara, kadınlara bir göz atalım. En başta da bizimkinden başlamak üzere, hepsini mercek altına alalım. Adeta hepsinin seçmece, devşirilmiş, adrenalin yükselten, ortamlarına nifak tohumları eken, her an siyasi gerginlik çıkarmaya hazır, apatik, asosyal ve antipatik ortak kişiliklerde olduğunu tespit ederiz. Hoş bu konuda diğerlerinin topu birden, bizimkinin eline su dökemiyor olsalar da, kendilerinin de tutulacak hiç bir yanları yoktur hani.

         Buradan varılan istidlal; demek oluyor ki, dünyayı idare eden ya da öyle olduğu sanılan paranın baronları herhalde ortak karar almış olmalıdırlar. Psikolojik sorunlu - varlık sendromlu - olduklarından da, kendi kendilerinden artık bizatihen kurtulmaya kalktıkları için, 14 yıldır ezberlediğimiz, ömür törpüsü Erdoğan kimliğinde ki liderlerde karar kıldılar anlaşılan. Bu da neresinden bakılsa, kendi elleriyle getirmeye çalıştıkları sonlarının da yakın olduğunun göstergesidir aslında.

         Bu arada bilhassa atlanmaması gereken husus ise, Erdoğan'ın; Hitler öncesi alt yapısını hazırlayan Weimar cumhuriyetini oluşturmakta olan ilk perdeyi, henüz oynamakta olduğu, şayet aradığı zemini bulabilirse de ikinci ve sonuncu Hitler bölümünü oynamaya kalkacağıdır. Yani henüz Hitler olamamıştır; ama bırakılırsa onun yolundadır. Ne var ki Hitler, Hitler'ciliği ile kendi sonunu da getirmiş; ama ülkesine de müthiş zararlar vermiştir. Ve ülkeleri yerle bir olan Almanlar hala harp tazminatları ödemekte, dünyaya teknoloji satarken de kendi konvansiyonel silahlarını yapamamaktadırlar. Hesapları tutarsa sonuçta Erdoğanlar Türkiye'sinin varacağı hedef de aynı olacaktır...    


         Özün Sözü:

         Aşağıya son elektrik faturamın detaylarını yazma nedenim: Ki bu da ayrı bir kalp sızısıdır. Emekli ailesi olarak, bizde evimizde birçoğumuz gibi, elektrik ısınmalı bir yaşam mecburiyetinde olduğumuzdan; daha aktif ısınmaya bile başlamadan, ödemek zorunda kaldığımız haraç vergilerin dehşeti hakkında bir fikir verebilmek içindir.

         Toplam vergi tutarım:     45,18 TL
         Net tüketim tutarım:       91,72 TL
         Toplam fatura tutarım:  136,90 TL

         Devletin lütfettiği minimal çocuk harçlığı zamlarımızla, koca bir kışı bu hesaba göre, ayda en az 400 TL tutarında faturalarla geçirmek zorunda kalacak olunca, el insaf da kar etmeyeceğinden; demek ki bu kış oturma odalarımızda paltolarımız ve atkılarımızla oturmak zorunda kalacağız. Yatak odalarımızda ise yorgan ve çift battaniye ile idare etmeye çalışacağız anlaşılan. Allah sonumuzu şimdiden hayır eylesin.
        
         Dikkat ederseniz önce kendi canlarını düşünen, yüce Atatürk'ün kurduğu mecliste, Atatürk nedeniyle var olmuş ballı mevcudiyetleriyle - ki yoksa nasıl bu konumlarına gelebileceklerdi -, yok olası hırsızlar. Şayet Osmanlı devam ediyor olsaydı, hanedan soyundan da gelmeyen tanıdık çapulcuların hangisi ne halt olabilir, hangi suyun başını tutabilirdi acaba bu ülkede. Görüldüğü üzere bunun bile farkında değiller bizim çakallar.
         Oysa kendilerini kişiliksiz bir ümmet olmaktan çıkarıp seçme ve seçilme hakkına sahip kılan Cumhuriyetleri nedeniyle, bugünkü ballı konumlarına gelebilmişlerdir. Bu aymaz, bağnaz, yobaz ve ahde vefa yoksunu nankörler takımı. Şimdi ise Atatürk'ün mukaddes varlığını inkâr etmeye kalkan; ama onun milletinin bakanlarının, vekillerinin, üst bürokratlarının, yandaş gugukçularının yağlı göbeklerinden hiç söz etmek istemiyor ve kendimizi de onlara acındırmaya çalışmıyoruz. Çünkü inanın değmez. Ayrıca onlardan çok daha fazla da onur sahibi olduğumuzdan, abesle de iştigal etmiş oluruz.

         Dur yolcu! Düşünmeden bari sen geçme bu topraklardan. Devletimize yıllarca tavan sigorta primi, üstüne bir o kadar da destek primi ödemiş ve sosyal güvenlik hakkı kazanmış, bu aziz vatanın emeklileri olarak, nafile mevcudiyetiyle sosyal devleti temsil ettiğini iddia eden, başımızdaki asosyal hükümetin bize çektirdiğine, layık gördüğüne bak da sen de hediye(!) saatini ayarla bir zahmet. O halde biz yine, tüm bizim gibi olan vatandaşlarımıza Allah yardım etsin diyelim. Bil ki bu ülkede Allah da kime yardım edeceğini şaşırdı herhalde artık, hepimizi affetse bari...


         Özün son sözü:

        Başımızda ki emperyalist devşirmesi hükümetten ve içimizde ki Amerikan mikroplarından kurtulmadan, hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır ülkemizde biline. Ne var ki bu bilinçle, Milli Müktesebatımızın ve Misak ı Millimizin evrensel beyannamesi olan Cumhuriyetimizin kutsal bayramını, şimdi her zamankinden de büyük bir coşkuyla kutlayacağımızı çok iyi biliyoruz...     

                                                                                                 Serendip Altındal

Video Kanalım

11 Ekim 2014 Cumartesi

ACILARINDAN BESLENEN MİLLET..

            Kahırlı vatanım derdini bundan daha açık nasıl ortaya dökebilirdi, nasıl derman arayabilirdi ki. Devşirme AKP hükümetiyle birlikte içine yerleşen ve doğasını zehirlemekte olan CIA ajanlarının, Pensilvanya cemaatinin ve damarlarına var kuvvet pompalanmaya devam edilen harici bozuk kanların, ruhunu nasıl kirlettiğini, nasıl canını acıttığını, şerefli şehitlerimizin kanlarıyla yıkanmış vadilerinin, çayırlarının, bir zamanlar hayat veren şimdi ise zehir akıtan akarsularının, rant uğruna cayır cayır yakılan ormanlarının acılı çığlıklarını, perişan hallerini daha ne yapsaydı da duymayan kulaklarımıza, görmeyen gözlerimize sokabilseydi.

            Karşı yamaçtaki köy benim gözümün içine parmağını sokarken, herhalde bütün milletin gözüne aynı boyutta görünmüyor olmalı ki, hala içimizde Kılavuz arayanlar var. Oysa durum açık seçik karşımızda sırıtıyor. Ondan da öte canımızı bir hayli acıtmaya da başladı artık. İçimizde konuşlandırılan ve konuşlandırılmakta olan tüm yabancı güçlerin mevcudiyetlerinin nedeni, misyonları gereği milletimizi bir iç harbe provoke etmekti. Ayrıca milli eğitimi İmamlaştırdıktan sonra açılan misyoner okullarında, yuva körpelerimizden başlayarak ileri sınıflara doğru, sinsice yerleştirilen Hıristiyan felsefesi, diğer yanda yumuşatılan küresel İslam’la ne denli bir ilişki içindedir? Ya da fark nedir acaba? Cevabı Yeni Haçlının, ülkemize başka türlü yerleşemeyeceğinde aramak lazımdır.
            İşte kanı bozuk herifler, karılar şimdi radikal yöntemlerle ve sinsice bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar artık, hem de elbirliği ile. Özellikle Güneydoğuda dış kaynaklı eğitimli profesyonellerin sistemli cinayetlerine, giderek de vatandaşın yükselen tansiyonuna bakarsanız provokasyonun hangi boyutta olduğunu tespit etmekte zorlanmazsınız. İşin aslı astarı budur. Şimdi artık son perdeden bir önceki sahne oynanıyor biline.
            Ne var ki itidali asla elden bırakmadan ve çok kanlı olabilecek bir iç kavgaya olayları taşıyıp oyuna gelmeden, düşman kanların bilhassa da profesyonel olanlarını acilen kanalizasyona boşaltmak gerekiyor. Bu bağlamda da askerin biran önce aklını başına toplaması öncelik kazanmıştır. Çünkü bu iş başımızda ki, hem de mili olmayan hükümetin boyunu çoktan aşmıştır artık.
            Çözümü ise öncelikle bu hükümetten; ne yazık ki halen yeterli bir emsal olmadığı için, tek bir partiyle değil, ancak bir milli hükümetle kurtulmak yerine; bir de mal bulmuş gibi sarıldıkları ve genel durumu bu kerteye taşıyan açılım masallarında aramak ısrarı, aptallık ötesinde ahmaklık olacaktır bundan böyle artık. Bu noktada kişisel analiz ve öngörülerimi bilhassa dışarıda tutarak, günceli daha da dramatize etmek ve yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum. Yoksa şüphesiz ki söylediklerimiz bu hükümet belasından kurtulmak bağlamında asla yeterli değildir...

            Ülkemiz tarumar olup, biz yerlere serildikten sonra da büyük adalet simsarı ve hak dağıtıcımız olan küreselcinin, ülkemize büyük kurtarıcı edasıyla girmemesinin de bir nedeni kalmaz artık. Böylece vatandaşı, vatandaşa, Müslüman’ı, Müslüman’a kırdıran emperyalist, değil yeni Sevr muahedesini, tükürüğünü bile yalatır artık, bu havlu atmış ve yeni bir Atatürk'ü olmayan millete. Bunu yaparken de dünya milletlerini halimize güldürürken, koca kahraman(!) Türk milletini, nasıl silahsız yerle bir ettiğini, ulusal harp akademilerinin eğitim programlarına emsalsiz bir örnek ders olarak da yerleştiriverir.
            Acı; ama bizim ve başımızda ki iktidarsız ve yeteneksiz hükümetin; ne yazıktır ki, bir o kadar da ansız muhalefetin, bundan sonraki ahmaklıklarının üstüne çok çabuk inşa edilebilecek bir gerçektir bu. Ne var ki henüz kaybedilmiş bir şeyimiz yoktur. Aynı bağlamda İstiklal harbindeki emsalsiz mağlubiyetlerinin de revanşını, misliyle alırken, yalnız trajikomik ve örneği olmayan bir zafer kazanmış olmaz, her ne kadar ağlayıp sızlasak da, akılcılığın ve beraberindeki politikanın olmazsa olmazı olan entrikanın, ne demek olduğunu, maalesef de vahşi Batının kokuşmuş dünyasında ne büyük bir güç olduğunu, hem bizlere hem de siyasiye monşer diyenlerimize, bir kere daha öğretmiş olur. 

            Türk Türk'e her zaman ve şeraitte yeter. Aslında başkalarına da hiç ihtiyacı yoktur. Yeter ki kanı bozuklarla kanını karıştırmış olmasın. Ve ordusu da biran önce otonomisini eline alsın. Ve kendisini hiç olmadığı kadar atıl bırakan, acıdan kedi kompleksine sokan başındaki çıbanı delip, irinini akıtarak kendini kumanda etmeye başlasın. Çünkü önünde bir zamanlar yedi düvelin kaçacak delik aradığı ordusunu şimdi takan yok artık. Örfi idare bile havada kaldı. İpleyen yok. Zira şimdilerde yerel yönetimlerin ve hepsinin üstünde de Erdoğan gibi muhteşem(!) bir çakma başkomutanın emrinde ki bir orduya, ağlanması gerekirken kahkahalarla gülüyorlar ve onu ciddiye de almıyorlar sadece. Yazık ki ne yazık.
            Birde bu kafayla Ortadoğu bataklığına hem de hak yoluna değil, üstelik de bok yoluna yürümeye kalkıyorsunuz. Aman sakın ha boşuna analarınızı ağlatmayın çocuklar. Bilin ki Türk ordusu asla bu değildir. Çünkü ne zaman yürüyeceğini çok iyi bildiği gibi, yürürken de yeri titretirdi o ordu. Oysa sizi duyan çıplak ayakla yürütüldüğünüzü sanacak. Sizi pasifize eden komutanlarınızı sizde pasifize edin birlikte yok olmadan. Gerekirse Türk ordusu, Atatürk'ün de dediği gibi, başında korkak ve işe yaramaz komutanı olacağına, aslan yürekli manga çavuşlarıyla da harpleri lehine döndürebilecek güçtedir ve öyle de olmuştur her zaman.

            Hiç unutulmasın ve kimse de umutlanmasın ki Türk Ulusunun üstünde her şeye rağmen hesap yapılamaz. Türk Ulusu kendi kaderini kendisi tayin eden tek ulustur yeryüzünde. Ve aynı bağlamda kendi acılarından beslenen, en bitkin zamanlarında bile eskisinden daha sağlam tekrar ayağa dikilen Türk Milletinin, asil duruşudur da bu ulus.


            Belki bilmeyenlere duyurmakta yarar vardır. Her gün İmralı'nın üstünde dönüp duran, gösteri uçuşları yaparken de çok alçaktan uçan jetlerimiz, gerçi Mudanya da oturduğumuzdan bizi de endişelendiriyor olsalar da, adadaki Apo'nun uykuları kaçtığı ve muhtemelen de korkak herifin, kalan uykusunda da kâbuslar görmeye başladığını düşündükçe, bizatihen çok memnun oluyor ve gururlanıyoruz aslında. Turları saymaya kalktım, o kadar fazlaydılar ki vazgeçtim. Boşuna çok yakıt sarfı yapılıyor olsa da, neticede psikolojik harp kapsamındadır ve yapılmalıdır. Çünkü psikolojik savaş, gerçek savaşta kaçınılamaz olacak can kayıplarını asgariye indirir.


            Tek uçuşta dünyanın en uzak köşesine hiç yakıt almadan ve ara istasyon da kullanmadan ulaşabilecek bir uçağı, Erdoğan'ın bir oldubitti ile acilen neden aldırdığını, artık biliyoruz. Ortadoğu bataklığının ağzına getirdiği ülkemizden, sular ısındığında kimseye çaktırmadan ailesiyle birlikte, en uzak meçhul bir bölgeye ara istasyonsuz ve tek menzilde savuşabilmek için. Şimdi buna da itiraz koyacak olan yandaşlar! Haydin varmısınız bahse.
            Nereye uçacağına gelince, ilk aklımıza gelen şüphesiz ABD olacaktır; ama sanmıyorum. Aklın yolunun bu olacağını ve o ülkede de adresini gizleyemeyeceğini bilecek kadar kafası çalışır. Alternatifli ve kimsenin bilmediği başka adresler şüphesiz aile planlamasının içinde yer almıştır. Saati çaldığında, bakımı yapılmış ve ful deposuyla kalkışa hazır uçağı ile kendisi ve ailesiyle birlikte o günkü şartlar altında, bu adreslerden en uygun olanına tek menzilde ulaşacağı kesindir. Hiç kuşkunuz olmasın.
            Kıçının kılı olduğunuz ve benden sonra tufan diyen ustanızı, işte arayın o zaman ki bulasınız. Bırakın gittiği yerde kalsın tepe tepe de, hayrını görsün. Şayet kendi adıma ararsam tırnaklarım tersine çıksın; ama siz asıl tüyü bitmemiş yetimlerin vergileriyle alınmış pahalı uçağımızı, emir kulu pilotlarıyla birlikte tekrar geri alabilirmisiniz, işte asıl bunun hesabını yapın derim ben. Zira kendi hamurunda bir kişiliğin, bizim uçağı da rüşvet aracı olarak kullanmayacağını ve kendisini meçhule taşıyan gariban pilotlarını neyin beklediğini de, asla bilemezsiniz...

                                                                                                               Serendip Altındal
Video Kanalım

8 Ekim 2014 Çarşamba

PAGAN DÜNYASI..

             Modern bilimler geliştikçe ve dünün ezoterizmi bugünün pozitif bilimi haline geldikçe; tarihin külleri arasında kalan Pagan dünyası, küllerinden silkinip yeniden ayağa kalkacak gibi gözüküyor. Tüm politeist, monoteist ve ateist tezler son nokta da ister istemez artık tek tanrıda (Büyük Patlamayı oluşturan) karar kılınca, modern bilimsel bulgular, ilahi olanı şimdi farklı bir noktadan alıp, yine ve yeni bir çıkmaza taşımaktadırlar. Ve hiç unutulmamalıdır ki, her şey ilk algılandığı gibi kabul edilseydi, şayet septisizm olmasaydı modern bilimler de olamazdı.

            Quantum dünyasında, materinin en küçük parçası olan quant'ın, vücudun ölümünden sonra mikro evrenle buluşacak ana kütleden geriye kalan ve bilgisayarın bit'i gibi daha fazla bölünemeyecek öz cevherini taşıyan son yüce varlığı (tanrı maddesi) olduğu kabul edilirse, cennet-cehennem enigması da, aslında mikro evrendeki quantın, mekânı olan mikro evrende sonuna kadar yaşam kültü olabileceği kabul göreceğinden; bizim Tengri (tek tanrı) yine ve yeniden kendi paradoksu haline geliverir. Tıpkı bir zamanların Pagan dünyasında olduğu gibi; ama bu defa sofistik değil, pozitivist kulvarda ve deterministik olarak.
            Her evrenin makro ve mikro olarak iki bloktan oluştuğunu biliyoruz bugün. Şayet bir spiral zaman tüneli içinden bir komşu evrene bugün bir yolculuk yapabilseydik, orada bizi karşılayacak önce makro evren olacaktı. Ne var ki biz o evrenin bir quant evreni (mikro evren) de olduğunu ve o evrende ise quantlardan oluşan materi yapısının ölümsüz - insana göre; ama yine de ortalama evren ömrüne sahip - olması gerektiğini de bugün en azından biliyor olacaktık artık.

            Konumuza dönersek; mekânımız olan bizim evren büyük patlamayla oluşurken, nedeni olan bizim tanrı, artık varlıkları tartışılmaz olan paralel evrenlerin de bazılarını bizimkinden önce, birçoğunu da bizimkiyle aynı zamanda mı yaratmaya kalkmıştı acaba? Ve bizimkinden sonra da yeni evrenleri aynı uzay zamanlar; ama farklı mekânlarda yaratmaya devam edecek miydi? Ne var ki bilim dünyasında, iki evrenin bile aynı anda edilgen olarak tek patlamayla oluşması - nasıl ki bir atom iki defa bölünemezse - asla mümkün görülemez.
            Yoksa her evren kendi zamanı ve mekânında kendi tanrısı tarafından mı yaratıldı veya yaratılmaktadır? Ki o zaman yine birden fazla tanrı çıkmış olmazmıydı ortaya? Ve bu tanrılar acaba birbirlerinden haberdar mıydılar? Veya akraba ya da arkadaş mıydılar? Evrenler arasında ki rezonansı ve senkronizasyonu nasıl sağlamışlardı? Yoksa tanrı diye betimlenen sadece farklı mekân ve uzay zamanlarda oluşan çekirdek (tanrı) parçacıklarından mı ibaretti; hal bu olunca da ortada hangi din kalabilirdi acaba? Bu durumda da, böyle düşünen bilimsel görüş sahipleri kendi Pagan dünyalarını; ama geçmişe göre çok daha farklı ve üst bilimsel bir düzeyde yaratmış olmazlar mıydı?

            İşte hal bu olsaydı, ne tekke, dergâh, ne İmam hatip ne de Allah la aldatan siyasi ve ondan da öte dinlerden nemalanan sahtekâr kurumlar, vakıflar vb. kalırdı ortalarda. Laik ve seküler kavramları da lügatten kalkar, dinler kavgası sona erer, insanlık da aksine ve bilakis huzur bulurdu. Ayrıca insanoğlu var kuvvet, kendisini ilerde tanrısına kavuşturacak tek güç olarak kabul edeceği müspet bilimleri kucaklar ve biran evvel bilinçlenmenin çarelerini araştırırken de yeni bir hayat gayesi edinmiş olur, sadece buna odaklanınca da bilimsel yaşamla tanışır, bu da kendisine bambaşka; ama yepyeni bir yaşam gücü sağlardı. Belki de ilahiyatla, fizik, felsefe birleştirilerek yepyeni bir dal ihdas edilerek bu devinim hızlandırılırdı.
            Ve insanlık yeni bir cihan harpsiz sükûnet bulmuş olur, huzura ererdi. İnanınki insanoğlunun tek huzursuzluk kaynağı; ne için yaratıldığını ve kendisini neyin beklediğini bilmemesinden kaynaklanır. Şayet insanoğlu bu soruların cevabını biliyor olsaydı, inanın bütün kavgası biter belki de evrenin en huzurlu yaratığı haline gelirdi. Daha iyi olmazmıydı? İşte o zaman da İNSANA Şeytan/Tanrı demem için de bir sebep kalmazdı artık. Ayrıca, diğer dinler de mevcutken bu dünyada, mesela Hıristiyan’ın sessiz ve derinden usul usul dünyayı soyduğu, Vatikan merkezli (Mason, Siyonist) bir âlemde, bütün kavga neden sadece İslam üzerine yaratılır.
            Neden bu bitmez kavga sadece İslam odaklıdır, oysa en modern din kabul edildiği halde. Bunun nedenini niçin soruşturmuyorsunuz Müslümanlar. Alo açın gözlerinizi, göklerde uçmayı bırakın da ayaklarınız dünyaya bassın artık. Ve biran önce harici ve hurafi tarikatları terk ederek, acilen ve sadece Hz. Muhammedin ve ashabının yolunda, yani Ehli i Beyt altında birleşin. Çünkü şayet gittiğiniz yolda ısrar edecekseniz, asla diğerlerine yem olmaktan kurtulamayacaksınız...


            Tüm bunlardan sonra kocaman bir "Hoppala" ve haydi çık işin içinden bakalım şimdi. 5.000.000 yıl önceki yaradılışından 4.999.997 yıl ve çok yorucu mücadelelerden, toplu katliamlardan sonra kitaplı dinler vasıtasıyla ancak tanrısıyla buluşabilen Homosaphien, şimdi onu yine kaybedip yeniden başladığı noktaya mı dönüyor acaba.

            Her ne kadar yukarıdaki tarih böyle söylüyor olsa da, ön Türklerin runik alfabesiyle 13.000'lerde yazdıkları eski Ahit ve kronolojik olarak İbrahim Peygamberleriyle başlayan dinler tarihiyle birlikte, tebliğe göre de tanrı suretinden gelmiştir, Âdemoğulları olarak da çağrılan tüm insan ırkı. Demek oluyor ki dinler tarihiyle birlikte başlayan uygarlık, bizatihi olarak da tanrıyı temsil eden ön Türk menşelidir. Ve bu tarih, çok yakın bir süreç olan 3000 yıl öncesinin, yine ön Türk alfabesiyle yazılan Tevrat’ıyla değil; ama aslında ondan binlerce yıl daha öncesinde, ön Türk tanrısıyla (Tengri) başlamıştır.
            Bu tarihle birlikte bugünlere kadar gelen ve aynaya baktığında ancak kendi kimliği ile tanışan biz insanları, soğurulduktan (ölümden) sonra, mikro evrende ki sonsuz yolculuğa çıkaracak, kalan son ve tek varlıkları olan quant'larıyla bir eşleşme oluşturabilmek üzere, bir ön eğitim vermek gibi bir görev mi üstlenmişlerdir acaba? Dış âlemlerden gelen, her an, her yanımıza uzanarak, taşıdıkları mesajlarla bütün quantlarımızla iletişime geçen ve tanrı maddesi olarak da adlandırılan nötrino parçacıkları...


            Şimdi Yeni Ortadoğu’ya Türk ordusu ile çeki düzen vermeye ve yeni haritalarını oluşturmaya yönelen emperyalistlerin, provokasyon misyonlu yeni Salip ordularının öncüleri olan IŞİD'ciler, kendileri gibi çıkmaz sokaktaki ve kafayı kaptırmış tüm dinci fanatikler ve yandaş cemaatleri, bu konularda ne düşünürler acaba? Görülen o ki, seküler dünyanın Quantum çağında hala din devleti rüyasının hayal denizlerinde, salvo atışlar yapmaya devam ediyorlar. Ve soğurularak en son enerjilerini de rüzgâra karşı savurup duruyorlar şimdilik.
            Ne ki, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldukları ve Asrı Saadet döneminin sosyal adaletçi Ehli Beyt İslam'ının dışında Selefilik, Sünnilik, Nakşîlik vb. (72 fırkanın) doğmaları, tevatürleri, mugalâtaları ile de kafacıkları fazlasıyla savrulan, kurgularını oluşturan sahipleriyle birlikte bu tarife sığmaz bilimsellerin, bahsetmeye çalıştığımız ve evrenlerin gerçeği olan epistemolojik saçmalıklara (!) fazla zaman ayıramadıkları ve ayıramayacakları da kesindir.
            Öyle ya kendilerine biçilen sahte Müslüman figüranlıklarına ücret olarak, bu kadar kelle kestikten, günahsız kanı döktükten, bu kadar soygun ve tecavüz yaptıktan sonra da, birileri(!) tarafından tartışmasız cennete gideceklerine karar verilmiştir(!). Ayrıca sayısız hurileri de orada hazır ve nazır, mükâfat olarak kendilerini bekliyor olacaklardır nasıl olsa. O halde bu son soruyu sorulmamış farz edebiliriz...

           

            Bir anda bu millet "YETTİN GARİ" deyüp, yıllardır kanını emen provokatör emperyalist sülüklerini sırtından silkeleyecektir nasılsa. Sonrasında tortular durulduğunda geriye kalan manzara ise, sadece ülkenin milli müktesebatı ve milli eğitimlerinin giderek dergâhlar, tekkeler ve Arapça İmam hatiplerle yeniden Ortaçağ skolâstiğine dönüştürüldüğü, türbanları, örtüleri ve çarşaflarıyla yaşayamadıkları çocuklukları, ortaçağların karanlıklarına gömülmekte olan eğitim özürlü çocuklarının kayıp yılları olacaktır.
            Köy Enstitülerinin kaybından sonra, bir de tarikat ve misyoner okulları mağduru çocuklarımızı, revize edilerek çağdaş standartlara kavuşturulacak, kendi ülkelerinin bekasını ve bağımsız refahını sağlayacak olan milli eğitime yeniden adapte ederken de, büyük mücadele verilecektir.
            Aynı bağlamda onurlu, şerefli, adam gibi ahde vefa adamı, günahsız vatan evlatlarının kodeslerde çalınan yıllarını ise geri ödeyebilmeleri, sebep olanlar ömür boyu zindanlarda çürüseler bile asla mümkün olamayacaktır. Bu büyük günahların bedelini de, vücutları bu dünyanın mezarlarında kendilerini bekleyen hurilerin özlemiyle boşuna çürürken ayrışan ve bağımsızlıklarını ilan eden quantları, mikro kozmosun sonsuzluğa açılan azap bahçelerinde belki de yüzlerce yılda ancak geriye ödeyebileceklerdir. Bunu kim bilebilir ki...

           
            Varlığımızı fazlasıyla meşgul eden acabalar, zincir gibi sonsuza kadar uzamadan ve daha fazla da başımızı döndürmeden, en iyisi bu yazıyı burada noktalayalım. Yoksa meraktan alıp başımı gideceğim ta paralel evrenlere kadar anlaşılan.
         Oysa bizim evren mekânda, hele de anavatan toprağımızda yapılacak daha çok işimiz, uluslararası parkurda yeniden düzeltmemiz gereken bozulmuş sicilimiz ve fundamentimize tekrar oturtmak zorunda olduğumuz çok kırılmış taşımız var. AKP hastalığından kurtulduktan sonra, nekahet dönemimizde bütün kayıplarımızı tek yumruk halinde tekrar ve misliyle kapamak zorundayız.
         Giderek kendi bataklığında boğulmakta olan AKP den kurtulmak ve her şeyi yeniden rayına oturtmak mesele değil, ne var ki lidersizlik manyağı olduğumuz bu günlerde, ulusal muhalefetin başına, Atatürk hamurundan, omurgalı, sapına kadar Kemalist, antiemperyalist ve milliyetçi, açılımsız, saçılımsız, ülkenin tüm adam gibi adamlarını birleştirecek bir lideri acilen oturtmuş olalım.

         Ondan sonra gelsin mücadele, yansın devrim ateşi; yedi düvel ne kelime, gökyüzünden taş yağsa, yakın bir süpernova dünyamızla buluşmak üzere randevu verse de bile, tam takım halinde milli mücadelede olduğu gibi, yine tekmile hazır oluruz. Ve bu dik duruşumuz da ilelebet sürer, ta ki kendi adlarımıza soğurulmamız bitene ve bizim mikro evrene kişisel koşumuz start alana kadar...

                                                                                                   Serendip Altındal


1 Ekim 2014 Çarşamba

SEVGİLİ KULLAR..

            Düşünüyorum da, en yakın komşumuz iyi ki Rusya’dır. Çünkü bir de dost geçinen Kuzey Amerikalı emperyalist herifçioğlunun, ta Okyanus ötelerinden bize kadar sarkıp sinsice, arkamızdan kuyumuzu kazdığına bakınca; Allahın yine de sevgili kullarıymışız dememiz gerekir. Ya bir de Rusya’nın yerinde oturuyor olsaydı.
            ABD diye çağırılan Kuzey Amerikalı ve palikaryası BM, emperyalist Burjuvalı yaşam fiyaskolarını, tek çıkar yolları olan entrikalı gelecekleri üstüne kurmuş devletler topluluğudur aslında. Yani onlardan, ne köy olur ne kasaba. Kendilerinden başka kimseye de fayda gelmez. Hiç boşuna illüzyon üretmesin kimse. Bu bileşkenin dıştaladığı tüm devletlere kalan tek çıkar yol ise KEMALİZM’dir.

§          Birleşik Devletlerin ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisinin 1920 Ocağında ilân ettiği Millî Misakımız, sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O, sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderimize hâkim olmamızı ister. Bağımsızlık, hepsi bu. O, halkımızın misakı, anayasasıdır ve ne pahasına olursa olsun, bu misakı korumaya kararlıyız. (Atatürk’ün Amerikalı gazeteciyle görüşmesinden bir alıntı - Prof. Dr. Ergun Özbudun)

            Yukarıdaki, 1923 Temmuzunda yapılan konuşmanın ardından, hemen eliyle kurduğu milli ekonomimizi, dünyanın Amerika’yı bile sollayan bir numaralı ekonomisi haline getiren Atatürk, öldükten kısa bir süre sonra içimize haince sokulan çakma Marshall yardımı(!) kapanlarıyla, ne yazık ki “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” fırtınası esmeye başladı yine ülkemizde ve o rüzgârla birlikte savrularak bugünlere kadar geldik.
            Atatürk’ün Amerikalı gazeteci I. F. Marcosson ile yaptığı o söyleşiden bugüne 92 yıl geçmiş. Bugünkü Amerika’nın o günkü ile uzak ara ilişkisi yoktur artık. Şayet Atatürk yaşıyor olsaydı, bu Amerika (ABD) hakkında acaba neler söylerdi bağlamında bir beyin fırtınası yapmaya kalksak, yine de bizim – ki onun yanında bakar kör kalacağımızdan – söyleyemeyeceğimiz son derece enteresan, gerçekçi ve hepsi işe yarar somut yorumları olacağını, onu iyi tanıması gereken öz-Kemalistlerin çok iyi tahmin edebileceğini de söylemek yanlış olmaz.


            BM içinde direk olarak yer almayan ve bu ben merkezli sahtekârlar arasında yer almak da istemeyen Rusya ise, tek başına Dünyayı yeni bir cihan harbine sokabilecek ayrı bir güçtür. Böyle olduğu halde makûs; ama Komünizm hedefli yakın Bolşevik geçmişine rağmen ve henüz nekahet döneminde yeniden nefes almaya çalışıyorken; diğer yanda, başka işi yokmuş gibi, yine kanını emmeye çalışan emperyalist ahtapotun, orasına burasına uzanan kollarıyla boğuşmaktadır.
            Şimdi bize düşen tek görev ise; zor günlerimizde kendisi yokluk içindeyken bile Atatürk'ümüze ve İstiklal ordumuza tam desteğiyle kaderimizin değişmesine neden olan Rusya’ya, ortak düşmanımız emperyalistin safında kalmak yerine, onun karşısında ve Rusya’nın yanında yer alarak, aynı bağlamda tam destek sağlamak ve kendisiyle helalleşmektir.
            Tabii böyle bir olasılığa da, önce canımızı yakan ve baş derdimiz olan şark çıbanlarından kurtulup, milli ve bağımsız bir hükümet kurmadan ihtimal yoktur. Sanki dertlerimiz yokmuş gibi bir de toprağımızda deve dikeni gibi biten Tezkere genelgesi için bir araya gelen ve koca Türkiye Cumhuriyetimizi temsil eden adamların kimliğine bakıyorum da, sanki kâbus gibi; güleyim mi ağlayayım mı, inanın karar veremiyorum.
            Unutmayalım ki, Rusya’nın misakımız olan müşterek coğrafyamızda havlu atması demek, bu kafadaki, lidersiz ve aynı misakın parçası olan Türkiye’nin umutlarının da havlu atması demek olur. Ayrıca bizim sağlam komşumuz Rusya’yı desteklememiz, bütün Türk i devletlerinde arkamızdan gelmesi ve devasa bir yenidünya gücünün oluşması da demek olacaktır. Ki bu güç bu dünyaya bile fazla gelecektir. Ayrıca Rusya’ya tam destek sağlamamız bizim yanımızda Rusya için de büyük bir stratejik kazanımdır.
            Aynı bağlamda da milli birliğimize uzanan tüm kirli eller omuz başlarından kesilmiş olacaktır. Ve son bir tespite daha yer vermek gerekirse; şayet ülkenin başında, Erdoğan'ın beğenmediği ve Esed dediği Esad gibi bir lider olsaydı en az iki defa bu temennilerimiz gerçek olurdu. Varmısınız bahse...

            Bütün sosyoekonomik yaşam alanının orta saha oyuncusu, ne yazıktır ki özeği entrika olan politikacıdır. Hele de entrikalı özeğini yaşam kültü haline getirmişse, profesyonel de olmuştur bizatihen. Çünkü dönüş trenini isteyerek kaçırmış ve bulunduğu yerde besleniyordur artık o. İşte bu profesyonellerden de asla bir devrim lideri çıkamaz ve devrim ateşi de aleve dönüşemez. Mesela bir rüzgârgülü Erdoğan'dan nasıl milli bir devrim lideri çıkamazsa, bu profesyonellerden de ondan daha fazla işe yarayanı çıkamaz.

            Devrim tabandan ve halkın içinden yavaş yavaş oluşur. Tıpkı küllerin altında alevlenmek üzere ilk esintiyi bekleyen kor gibi. Bu esintiyi verecek olan da herkesin, Mustafa Kemal örneğinde olduğu gibi, hemen bağrına basıp sahiplenebileceği, evrensel niteliklerde bir insanoğludur. Böyle bir liderin vasıflarına da, bağrımızda yetişen ve çirkin politikacı olmayan en iyi örnek, tartışmasız yüce Atatürk kimliğidir. Yeni lider büyük bir olasılıkla Türk doğasına en uygun haliyle, yine asker kökenli olmalı ve etrafında sağlam vücutlardan bir duvar örülerek, Atatürk’ten bile çok daha güvenli korunmalıdır.


            Gelelim görevi Başbakanlık olan; ama ne iş yaptığını henüz çözemediğimiz Davutun oğluna. Türkiye’mizi 3,5 milyar zarara uğrattığını zırvaladığı Suriye gibi yüzlerce yılın ortak geçmişi ve çoğunluğu Türkmen olan nüfusuyla; aynı zamanda ailevi göbek bağımızın da olduğu, bize komşudan yakın bir dost ülkeyi, hangi nedenlerle zorunlu(!) düşman saydığını ve aslında sadece kendi hükümetinin çarpık, sapkın ilişkileri yüzünden bu noktaya gelindiğini de adam olup itiraf etseydi ya!!!

            Ayrıca kendisine hemen bir tavsiye de bulunalım. Suriyeli yaftasıyla oluşan Kürt koridoruyla ilgilensin acilen. Çünkü sözde IŞİD ı bombalayan ABD, onu çabucak bitirmek yerine amaçlı olarak uzatmaları oynatırken, bir yanda bize sığınacak Türkmen koridorunu kapatırken, diğer taraftan içimize bir ayrışımcı Kürt koridoru oluşturmaktadır giderek.
            Sonunda içimizde mevzilenen bu güçler saatleri çaldığında, Ukrayna da olduğu gibi ilk olarak kendi hükümetlerinin ümüğünü sıkacaklardır. Sonra sıra vatandaşa gelecektir. Batı dünyasına sığınmak gibi boş bir düşünceye de sakın ola saplanmasınlar. Zira Batıda kendilerine yer yoktur, ayrıca bunu düşünmeye ve bavullarını hazırlamaya bile fırsatları olmayacaktır. Biz uyaralım da günahını üstümüzden atmış olalım...


            Son söz olarak bir öneride daha bulunalım. Kalan IŞİD artıkları en iyisi kurbanlarının, canlarını yitirmiş ve acılı hırslarıyla gözleri dönmüş yakınlarına teslim edilmelidirler. Ve bütün et ve kemikleri yavaş yavaş budama makaslarıyla kuşbaşı ufalanarak, tüm parçaların da isim ve adreslerini içeren paketler halinde memleketlerine postalanmaları sağlanmalıdır.
            Böylelikle muhtemel yeni sapıklara da ibret olmuş ve belki de bu hasta ruhlu insanların, günahsızların evini köyünü dağıtmak, ocaklarını söndürmek yerine, kendi ülkelerinde yeni saplantılar aramaları sağlanmış olur. Mesela önce de sorumsuzluklarının sorumlusu olan kendi anne ve babalarını doğramakla işe başlayabilirler. Çünkü çok iyi biliriz ki, kimse doğumundan sorumlu değil; ama herkes doğurduğundan sorumludur.


            Ülkemizde neredeyse derisinin bile etinden pahalı hale geldiği gariban kurbanlığın, muhtemelen de Allahın izniyle canını kurtaracağı 'kurbansız ve kansız' bayramınızı, canı yürekten kutluyorum...

                                                                                                      Serendip Altındal

Özün Kişiliğinin Aynasıdır...
serendipaltindal.blogspot.com
serendipaltindal@gmail.com
Video Kanalım