30 Ağustos 2013 Cuma

LAVANTA VE BARUT KOKULU AVANTA..

Birileri ki bunlara bende dâhilim, sıkça, akıl insana evrensel özgürlüğü adına, yaratıcının en büyük bağışıdır deriz. Ama bunu derken, acaba düşünür müyüz; kendi başımızın içinde olup da kendi dirliğimiz, birliğimiz, huzurumuz için çalışmayan bir akıl, aslında bize mi yoksa bizim olan aklı kendi menfaatleri doğrultusunda evirerek kullananlara mı verilmiş bir bağıştır.
Şayet benim aklımı başkası yönlendirip kendi adına kullanıyorsa, benim patolojik gücümü, tüm beşeri potansiyelimi de kullanıyor demektir. Bu durumu beşer katmanlarıyla bir araya getirip, sayısal denklemler kursanız, oturduğu yerde bu yönlendirme işlerini iyi becerenlerin, ruletleri haline gelmiş akıllardan elde ettikleri korkunç avantalar (haram kazanç) kendiliğinden ortaya çıkar.
İşte dezenformasyon ve devşirme işlerini en iyi beceren ABD’nin sömürgeleştirdiği toplumların sırtından elde ettiği avantanın ihtişamı dudak uçuklatır. Ve bir kere daha anlarsınız ki; bu herifçioğulları dünyayı da yeseler doymayacaklardır. O halde insanoğlu adına en doğrusu, Amerikan rüyasının, Amerikan belası haline dönüştüğü bu dünyada, bu dönüşümün mihmandarlarından kümülâtif kurtulmak değil de nedir.

Amerika onlarca yıldır dünyadan çarptığı avantayı kitabına uydururken, kozmetiğini yaparak, süsleyip, parfümleyip öyle de giydirdi tüm soyduğu uluslara. İyi de bu film daha ne kadar oynayacaktır, artık temcit pilavı olmadı mı? Su gibi, avanta da tükendi. Kanı emilenlerin mideleri kursaklarına yapıştı artık. Şimdilerde ise en son taşlar oynanıyor.  Yakında dama tahtası da bir kenara fırlatılacak ve oyun devler arasında gürültülü harp tamtamlarıyla oynanmaya başlanacak artık. Eşekler tepişirken de arada kalan küçüklerin vay haline. Bugün hedef gösterilen küçük devletler, aslında büyüklerin de güvenlik tamponlarıdır ve kavga da hep bu küçüklerin paylaşımı yüzünden çıkar aslında.
Bu durum, yolda giderken birilerinin gelip, kolunuzdan eşinizi, kızınızı gasp etmelerine benzer. Delikanlı adam bu durumda ne yapacağını bilir ve yanındakini dirisinden değil; ama ancak ölüsünden teslim alabilirsiniz. İşte bu durum tarih yazmış onurlu, güçlü devletler için de böyledir. Himayelerinde ki devletlere yan bile bakamazsınız. Aksi durum ise bir dünya harbini kaçınılmaz yapar.            
            Şimdi zannediyor musunuz ki, ABD bu durumun farkında değildir ve yine zanneder misiniz, her şeye rağmen bu riske katlanır. Bu ise eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü o zaman ipini kendi eliyle çekmiş olur. Yeni ve savunma bazlı olmayan,  gerekçesiz bir dünya harbini her şeyden önce ve artık gözleri de açılan kendi federelerine nasıl anlatacaktır. Başkalarının, özellikle de bizim kuyumuzu, gülen adam maskesi altında kazmaya hazırlanırken, kendi ülkesi bir anda 50 yıldızın birbirinden ayrılıp 50 yeni bayrağın ortaya çıktığı bağımsız federasyonlar topluluğu haline gelecek ve bu federasyonların hiç biri de yeni bir dünya savaşı sorumluluğunu üstüne almayacaktır. O zaman ara ki bizim Coni Volkır’ı bulasın.

Duruma böyle de bakınca ve Orta Doğuda ABD gibi, kapkaççı, hırsız ve güvenilmez bir komşuyu hiç kimsenin istemiyor olduğunu da bilince; ister istemez Amerikalının, attı demesinler diye havlusunu, yine klasik pragmasıyla ustaca iskemlesine bırakacağını düşünüyoruz.
Ayrıca İsrail de onun kıçını kurtaramayacaktır. Çünkü kendi kıçını daha önce kurtarması gerekecektir. Diğer yandan ABD’nin 50 federe devlete bölünmemesinin tek şansı ve son istasyonu da Ortadoğu ve Avrasya’dır. Amerika bunun da bilincindedir. Bu bölgeyi tutanın dünyayı da yönettiğini 600 Yıllık Osmanlı tarihinden de iyi bilir esasen. Öğreneceği çok şeyler olduğu için, yüce Türk tarihini bile hatmetmiştir neredeyse; ama bunu dış dünyadan gizler.

             Yıllar önce İsraillilerin Filistinlilere yaptığı kötü muamele sebebiyle çok üzülmüştüm ve bu insanların bir türlü paylaşamadığı kutsal toprakların tarihi ve buradaki dinlerin kökenleri üzerine araştırmalar yapmaya başladım. Bu araştırmalarımı bir yandan da yazıyordum. Araştırma ilerledikçe her şey beni önce Hindistan’a, daha da derinleştiğindeyse Hindistan’ın kuzeyine götürdü. Elimi neye atsam önünde sonunda her şeyin kaynağı olarak karşıma Türkler ve coğrafya olarak da Türkiye ve Orta Asya çıkıyordu. Zira dikkatle incelediğimde Eski Ahit (Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümünü oluşturan, Tevrat ve Zebur’u da kapsayan 39 kitap) ve İncil’de İsrail’den bahsedilmediğini gördüm. Kutsal kitaplarda bahsedilenler aslında Türkiye ile bağdaşıyordu. Nuh’un Gemisi efsanesi, Büyük Tufan… hepsinin kökeni Türkiye ve Türklere dayanıyordu. Bu da bana şunu gösteriyordu:
İnsanlığın başladığı yer Türkiye idi. Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin’i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışız. 
(Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz -  Gene D. Matlock)

Yukarda okuduğunuz gibi, arada sırada doğruları söyleyen objektif Amerikalılarda çıkar Amerikan toplumunda. Her toplumda olduğu gibi. Ne var ki ses varken görüntü yoktur Amerika’da. Bunun nedeni ise kendi egemen sınıflarının da bütün hırsızlar, diktatörler ve çapulcular (soyguncu, talancı) gibi liberal demokrasi yaftasının arkasına saklanmış olmalarında yatar. 
İşte bu gerekçelerden ötürü ben ve aile bireylerim liberal, demokrasi aldatmacasına sıcak bakmıyor ve kendimizi demokrat olarak değil; ama daha da kuvvetli bir Atatürk Cumhuriyetçisi olarak betimliyoruz. Şimdi bu sahte demokratlardan birileri çıkıp da bizim demokrat olmadığımızı iddia etsinler bakalım. Hiç sanmıyorum. Çünkü o zaman baltayı taşa vurmuş olurlar. Bu nedenle de esasen demokrasi işlerini, Amerikalı üfürük demokrasi havarileri ve yandaşlarına bırakmayı tercih ediyoruz.

Bu bağlamda Amerikalı, içine düştüğü ikilemin de pekâlâ farkındadır. Yıllardır dünyayı demokrasi masalı ile uyutarak soyduğu için, dolayısıyla yüzünü kaybetmemek adına, bu yalanını da sonuna kadar şiddetle savunmak zorundadır. Ne ki artık, kendi eliyle içine düştüğü açmazdan kurtulmak için, yürümek zorunda kalacağı tek çıkış yolu ise, şimdilik ihtiraslarından vazgeçmek veya onları yeni bir bahara ertelemektir. Aklın yolu da budur. Yani bir gözünü yumarak tipik bir ‘wait and see’  (bekle ve gör) politikasına yatmak olacaktır yapacağı en doğru iş. Belki yiğitlik(!) adına, göstermelik birkaç patlama duyulacaktır; ama Suriye kesinlikle ikinci bir Irak olmayacaktır biline.


HEPİMİZİN ZAFER BAYRAMI EBEDİYETE KADAR KUTLU OLSUN…


Serendip Altındal




28 Ağustos 2013 Çarşamba

ANLAYAMAMA AYIBI..

Bugün Erdoğan’ın, bir zamanlar dost veya en azından diplomatik partner olarak tanımladığımız ülkelerin dış işleri tarafından, apolitik jargonla eleştirilip, yerden yere vurulmakta olduğunun asıl nedenini hiç merak ettiniz mi? Koca Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, kocaman bir Sultan-Başbakanı(!), diğer ülkelerin daha düşük statüde ki sıradan bakanları veya devlet sözcüleri tarafından sürekli aşağılanıyor.  Bu hallere mi düşecektin(!) Sultan.

Bir vesileyle, hemen devireceğini iddia ediyorken; “Türkiye gibi bir ülkenin birkaç Dolar yem atılarak yönetilmesi çok acı” tespitini, bizimkinin suratına çarparcasına savuran Esad’ın aşağılaması, diğerlerini de bastırdı. Ne ki bizim dayıdan tık yok. Ya, işte böyle! Evrensel diplomasi, birkaç numara yüksek gelir adama ve Gezi parklarında, sadece özgün birey olabilme haklarını savunan çoluk çocuğa dayılık yapmaya da hiç benzemez.

Ki bu durum ülkemizi de maalesef, tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılıyor. Oysa işi buraya kadar getiren şu meşhur neden o kadar açık ki. Çünkü kendisi alt yapısız, cahil, her salataya maydanoz ve üstüne üstlük, işgal ettiği, devletin en sorumluluk isteyen pozisyon’unun gereklerine rağmen, okuma özürlü bir Âdemoğludur.

 Hoş okuduğunu anlayabilecek düzeyde midir? Bu da ayrı bir konudur. Sadece şişirme, dayatma - ki bu sayfaları dolduranların da kimlikleri, alt yapıları, devlet bürokratı deneyimleri sorgulanmalıdır, çünkü kılavuzu karga olanın… - prompterin dijital sayfalarının önünde, kahvehane meddahı ambiyanslı, iyi rol kesen bir zat ı muhteremdir kendileri sadece. Erdoğan gerçeği işte bu kadarcıktır ve şişirme bir balondur aslında. Varsın tiranlığı onun olsun, mevta çanı çalıncaya kadar da tepe tepe hayrını görsün.

            Bunları neden yazdım. Çünkü diplomasi ince bir iştir, bilhassa da bu muhteremin kendi abiye ifadesi de temel alınırsa, ‘Monşerler, Mösyöler, Lordların’ işidir. Hele 21 Yüzyılda Erdoğan standardında bir siyasetçinin(!),  hem de Atatürk’üyle Türk Mucizesi yaratmış ve haşmetli tarihine en son noktayı da koymuş, Türkiye Cumhuriyeti gibi bir büyük devletin başında, uzak ara bile işi, yeri ve gereği olamaz.

Kendisine bir tavsiyede bulunursak; Cumhuriyet Tarihinin bilhassa da Lozan bölümünü detaylı okusun. Orada her fırsatta aşağılamaya çalıştığı İsmet İnönü gibi hem kumandan, hem de büyük bir diplomat’ın Lord Kurzonlar takımı karşısında, uzun ve çok tartışmalı müzakerelerin sonunda, nasıl ikinci bir kurtuluş savaşı kazandığını, daha doğrusu savaşın aslında, karşılıklı imzalar atıldıktan sonra Lozan da kazanılmış olduğunu anlamaya çalışsın.

Şayet Lozan da kazanmamış olsaydı, İnönü Sakarya Zaferinin de aslında bir kıymeti harbiyesi olamazdı. Dolayısıyla İnönü hem göğüs göğse hem de masada elde edilen iki zaferi de kazanmış ender bir komutandır. Hakkını vermezsek, ahde vefa sahibi değiliz demektir. Dahi Atatürk de Lozan’a işte bu sebeplerden dolayı bizatihen İnönü’yü yollamıştır zaten.

Saygın devlet adamlığı her şeyden önce, takım çalışması gerektirir. Çünkü gerçek devlet lideri, her şeyi bildiğini ve tek adam olduğunu asla iddia etmez. Ne zaman tek adam olması gerektiğini de, gerektiği zaman bilir ve liderliğinden de asla taviz vermez. Tıpkı Atatürk’ün daha milli hareketin başında, meclisinden kumandanlığın yanında, tek devlet adamlığı kanun yetkisini de talep ettiği gibi. Şayet bunu yapmamış olsaydı, bırakın Lozan’ı, Türkiye Cumhuriyeti adlı bağımsız bir Türk devleti de bugün olmayacaktı yeryüzünde.

Ve çok iyi bilinsin ki savaşlar sadece ‘Allah, Allah’ diye saldırıp, düşmanı saf dışı bırakmakla kazanılamaz. Esas savaş aslında, diplomatların başarılarına göre kazanılmış veya kaybedilmiş sayılır. İşte Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün iyi bildiği; ama Erdoğan gibilerin asla bilmediği ve anlayamayacağı gerçek de budur. İşte saygın devlet adamlığı da böyle bir şeydir esasen. Ayrıca ABD’nin hiç silah kullanmadan; ama kendisini kullanarak, sadece diplomasiyle koca Türk Ordusunu nasıl saf dışı bıraktığı gerçeği de, bizatihen yaşadığı en taze misaldir aslında.

Hoş, Türk evladının, er’i, Amazonuyla milis olduğunu nasıl biliyorsak, askerinin ve sivil güvenlik güçlerinin de bu milislerin çocukları olduğunu, asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Öyle ya! Kim derdi ki; ihtiyar delikanlı gibi gözüken Internet gençliği, kanındaki öğelerin ivmesiyle birden bire ayaklanacak ve parklarda, bahçelerde emsalsiz bir ihtilal başlatacaktı.

Muhteşem tarihi gizemini, genlerinde barındıran Türk evladının Pandora kutusunda, önceden tanımadığımız, bilemediğimiz daha ne sırlar vardır kim bilir. Ki o kutu bir açılmaya görsün. Şimdi Erdoğan’ın gerçek kimliğini bu perspektiflerden, daha iyi sorgulayabilirsiniz artık. Yani lafı fazla dolaştırmaya gerek yok. Konu bu kadar basittir aslında.


§ Mudanya Mütarekesi:
İ. İnönü, Hatıralar, 2. c, s.28.
Giderek alışır ve saygı duyarlar. İsmet Paşa büyük zafer kazanmış bir cephe komutanıydı. Karşısındaki generallerin hiçbirinin ciddi bir askeri başarısı yoktu. İsmet Paşa'nın başkanlığına razı olmalarının bir nedeni de İsmet Paşa'nın bu tartışılmaz üstünlüğüdür. İsmet Paşa iyi Almanca ve Fransızca biliyordu. Mudanya'nın bir önemi de Mondros Ateşkes Anlaşması'na dayanılarak işgal edilmiş olan Çanakkale ve İstanbul'da işgalin sınırlarının da saptanacak olmasıdır. Mudanya Anlaşması ile sınırları belirlenen işgalin, barış antlaşmasının imzasına kadar devam edeceği Müttefiklere kabul
ettirilmiştir (T. Bıyıklıoğlu, Trakya'da Milli Mücadele, 1. c, s.446, 455).

Lozan Mütarekesi:
Baş delege olarak İngiltere'yi Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un temsil edeceği belli olmuştu. Lord Curzon'un varlığı hepsini düşündürdü. Tipik bir Türk düşmanıydı. İstanbul'un Türklerin elinden alınması için çok gayret göstermiş, Doğu Trakya'nın Yunanlılara verilerek Türklerin Avrupa'dan ayağının kesilmesini istemiş, Lloyd George'un izinde bir siyasetçiydi. Büyük Taarruz'dan önce savaşsız barış amacıyla Londra'ya yollanan Fethi Bey'i kabul etmemek kabalığını göstermişti.  (Cumhuriyet Türk Mucizesi – Turgut Özakman)


Yukarda içeriklerinden kısa alıntılar verdiğim yapıtları biraz karıştırıp, şayet okuduğunu da anlayabilirse, yakın dış dünyasında, bugünün ucuz siyasetçilerinin bile karşısında ne kadar acınası durumlara düştüğünü anlama ve yüzü kızarma şansını da yakalayabilmiş olacaktır. Ve şayet yüzü, yalnızken – ki başka türlü kızarması mümkün değil - aynaya baktığında kızarabiliyorsa,  belki kendisinde hala ümit var diye de düşünebilir aramızdaki bazı ultra iyi niyetliler. Ama kendi adıma teşekkür ederim, bana bu kadarı çok fazla, daha fazlasını ben almayayım.

Başlarına yeni bitme çakma Sultanı da koyarak, ülkemde ve dış dünyada lider olduğunu sananların topunu, o aziz rahmetlilerimizle mukayese ettiğimde sadece; ama derinden bir ah çekiyorum AAAH! İşte yeni Runik yazımızın şifresi budur. Ve artık özümü bekliyorum.

Şimdi sizde duyabiliyor musunuz? Şerefli tarihinizin yiğit mezarlarından sessizce haykırarak yankıyan ve beni her gece sabaha karşı, silkeleyerek uyandıran o gizemli çağrıyı, Emmioğullarım ve AMAZONLARIM. Siz anladınız işte…
Serendip Altındal



23 Ağustos 2013 Cuma

KISACA..

Türkiye’mizde artık siyaset bitmiştir. Bir tarafta vatana hıyanet ve delalet içinde olan müstevliler, diğer yanda onu kanlarının son damlasına kadar savunmaya kararlı ahde vefa tutkunu vatan evlatları vardır. Her ne kadar renkler ve zevkler münakaşa edilemezlerse de; mesele artık senin siyasi görüşün, benim siyasi görüşüm olmaktan çoktan çıkmıştır. Zaman artık tarafın açık ve seçik ortaya konma zorunda olunduğu zamandır.
            Bugün Vatana ihanet içinde olanlar, karşılarında şimdilik sadece fikir mücadelesi yapan vatandaşlarını bulmakta iseler de, bunun ne kadar daha böyle devam edebileceğini, sular ısındıktan sonra nelerin olabileceğini kestirebilmek de mümkün değildir. Bugün sadece fikir mücadelesi verenler, yarın onların mutlaka kaderleri de olacaklardır. Kendileri de bu durumun hiç kuşkusuz ki farkındadırlar. Ne var ki, ana baba günleri sessiz, derinden; ama haşin ve kararlı yaklaşmaktadırlar yavaş, yavaş.

            Datça erguvanları arasında dün gece, zihnimi kucaklayan Asena'nın mehtabını, tan ile öpüştürürken, bu tespitler beynimi mıncıklıyorlardı işte. Hüzün mü, elem mi ya da yüreğimi kavuran hırs mı veya tümünün sentezinde içinde hapsolduğum ruh haletimiydi, beni böyle huzursuz eden Tanrım. Oysa kendi adıma hanidir, huzuru da tarif edemez olmuştum. Tek mutluluğum, beraberimdekilerin de aynı görüşleri paylaşıyor olmalarıydı. Yoksa bu acayip mental kargaşa olmamalıydı şüphesiz ki yeni huzurum.
            Binlerce yıl önce, şu an bunları terennüm ettiğim noktadan, bugün Avrupa denilen taş devrinin ilkel toprak parçasını, medeniyetleriyle buluşturmak üzere deniz yolcuğuna hazırlanan atalarımız da, belki de aynı düşünceleri, Gök tanrılarıyla aynı mehtapta paylaşmışlardı, bunu kim bilebilirdi ki. Ve bir anda içimde, uzay zaman tüneline girip, o günlere uzanabilmeyi mümkün kılabilecek tarifsiz bir arzu uyandı. Hele de bir zamanlar Ankara’ya mermi taşıyan kağnıların sessiz çığlıklarını, kağnıları süren Amazonların fısıltılarını, yakamozların süslediği şu tarihi sahilde dinliyorken.

KISACA...

            Günahsız, erdemli insanların, bilhassa da bunlar gazeteci, yazar ve tefekkür insanları iseler, tutuklanmalarını kimse istemez veya bunu ancak sapkınlar arzu eder. Ne var ki AKP zindanlarında bu kadar gazeteci ve yazarımız boşu boşuna çürütülüyorken, bir TRT gazetecisinin de Mısırda tutuklanmış olması, acaba arada empati oluşturulması bağlamında özellikle yaratılmış bir nedene sahip olabilir mi?

            Emperyalist lejyonerlerinin, Suriye ordusunun hem de BM gözlemcilerinin bulunduğu bir ortamda kimyasal silah kullandığı gerekçesiyle, acemice yaptığı çocuk katliamı provokasyonuna, ki bu katliamı aslında kendi çetelerinin yapmış olabileceğine duyarsız kalırken, diğer yanda "Kimyasal silah kullanıldı diyemiyoruz" deme akılcılığını gösterirken, BOP başarısızlığının geç de olsa farkına vararak günah çıkarıyor pozuna yatan ABD, acaba yeni kumpaslara hazırlık yapıyor olabilir mi?

            Ya Erdoğan'ın yandaş medya kanalını ağlama duvarı gibi kullanmasına ne demeli. Yoksa yeni seçim stratejisi bağlamında, çakma nedenlere sulu gözlü çakma yaklaşımın altında, acaba artık acıtmaya başlayan kendi hal i pür melalinin gerçek hüznü de yatıyor olabilir mi?

            Kılıçdaroğlu'nun Irak ziyaretinin, parti bünyesindeki analizinden sonra elde edilecek olan izlenimler, yenisine mi, yoksa bizim olan eski CHP kanadına mı faydalı olacaklar acaba?

            Mühendislerimizin TÜBİTAK liderliğinde, x-ray teknolojisindeki üstünlükleri, sahipsizlik, daha da doğrusu devletsizlikten ötürü, acaba; ama Allah korusun, çocuklarımızın yeni intiharlarını(!) da beraberinde getirir mi?

Serendip Alndal



4 Ağustos 2013 Pazar

PARAZİT MESELESİ..

Tanrı mealinde kesinci olanlar, yani her fırsatta sanki kendileri bizatihen sohbet arkadaşı olmuşlar gibi “Tanrı buyurdu ki”, sözüyle lafa başlayanlar, unutmasınlar ki; sonuçta Ateizmin kucağında ve ateist dedikleriyle bir arada bulacaklardır kendilerini.

Çünkü Tanrı bir tek ve koşulsuz tek yaratıcı olduğuna göre, “Kendisini de mi yarattı veya kendisini başka bir tanrı mı yarattı” sorusuna, bugüne kadar tüm bilim tarihinin de veremediği gibi, kendileri de asla cevap veremeyeceklerdir. Böylece “Hangi tanrıya iman edelim?” sorusu yeniden kaçınılmaz olacaktır. Bu konu klasiktir de aslında. Histeri krizleriyle skolâstik çağlara dönmeye kararlı olan bağnazları, daha da öncesi var olan putlu, fetişli politeist (çok tanrılı) evreye tekrar geri dönme tehlikesi bile bekliyor olacaktır bu defa.
Şimdi haddinizi bilin ve bu işleri evrensel boyutlara taşımaya kalkmayın. Sonra evrensel tefekkür dünyasının daha önce hiç tanımadığınız labirentlerinde kaybolurken, tüm inançlarınızı da kaybeder sığınacak bir liman ararsınız, yaşadığınız süreç boyunca boşuna. Oturun oturduğunuz yerde, insanı tahrik edip de sorunlarınızı kurcalattırmayın. Bırakın böyle kalsın, hiç olmazsa sığınacak bir tanrınız var şimdilik. Yarınsa ne getirir bilinmez.

Bu nedenle de kesincilerin “Tanrı buyruğu” işlerini ehillerine (Peygamberlere) bırakmaları, daha doğru bir seçim olacaktır. Zira o zaman, topu peygamberlere atmış olurlar ki, denecekse de en azından peygamberlere ateist denir. Yani gerçekten akil olup – çakma değil -, kul ile Tanrının arasında hiç işlerinin olmadığını bir an önce anlamaları, akılcılık olurken aynı bağlamda kendilerine saygıyı da arttırır hiç olmazsa.

Ey İsrail oğulları! Size lütfettiğim nimetimi, sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
(Bakara Suresi – Ayet 47)

Yukarda ki ayeti, İslam’a verdiği Kuran’ın Bakara suresinin 47 numaralı ayeti yaparken, ne düşünüyordu acaba TANRI. Museviler verilen nimeti hatırlarlarsa ne olacak. Bizlere hayatlarımızı mı bağışlayacaklar. Ki Tevrat’ta, biz kâfirlere af da yok; ama Kuran da hiç olmazsa var. Tanrı mı yoksa peygamber mi arada parazit yapmıştı, böylesi maddeleri koyarken. Veya Yahudileri, Hıristiyanlara ve Müslümanlara tercih ederken, has evladı(!) Musa’ya mı kıyak yapmıştı acaba? Öyle ya, İsa’nın Musevilerce hain kabul edilmesi, Yahudilerin de Hıristiyanlarca kâfir ilan edilmesinin, diğer yanda Müslümanlarla, Yahudiler arasında ki bitmez kan davasının, başka da bir izahı olabilir mi?

Tanrı hiç kuşkusuz dünyanın bu hale gelmesini istememişti. Yoksa birileri bizi Musevilerin Tanrısına iman ettirerek tufaya mı getirmişti acaba? Şayet değilse, bu bir parazit meselesi değil de nedir o zaman. Çünkü bu takdirde Musevilerin dışında herkesin, tanrı katında imtiyazlı olan Musevi’ye, haklı isyanları nedeniyle bile, Tanrıya şirk koyduğu iddia edilir ki, bunun düşüncesi bile bu kafası karışık dünyayı daha fazla karıştıracaktır gibi geliyor bana.

Durum böyle olacağına göre de, elimizi akıl ve vicdanımıza bir an evvel koyarak, gerçekte bütün dinlerin anlatmaya çalıştığı gibi hak, adalet, iman, beşer sevgisi ve saygısıyla yüklü, özgün birey kimliğini benimsemek, aslında yenidünya düzeninin de ruhu olmaz mı? Veya yenidünya düzenini, salt bir emperyalist mesele haline getiren ve kendi kendilerini yenidünyanın patronu olarak betimleyen liberalleri(!) – yani gerçek tiranî amaçlarını gizleyen sahtekârları - aradan tasfiye etmek, bütün dünya kardeşliğinin kadim geleceği ve tanrı adına da tek çıkış yolu olmaz mı acaba?


5 Ağustos 2013 günü dananın kuyruğu kopuyor. Yani Dünya tarihinin bir maskaralık abidesi olan, ABD İblisinin Ergenekon adlı vodvilinin sanal suçlularının, sanal hâkimlerince verilecek kararlarının takvim günüdür. Muhtemelen de içerde yatan ve adı suçluya(!) çıkarılan ahde vefa insanlarının haricinde ki herkesin, tarihin geri kazanımsız atıklarının biriktiği çöp kutusuna atılacak olanlarının da, karar günü olarak tarihe işlenecek bir gün olacaktır aynı zamanda.
Bütün günahları, yüreklerinde ki vatan sevgisi olan erdem insanlarımızı, nahak yere yıllarca ailelerinden koparıp zindanlara kapayan devri sabıklar; yarın tekrar kurulacak İstiklal mahkemelerinin önünde, idam cezalarına – bugün yok; ama yarın ne taşır bilinmez – çarptırılsalar dahi, günahlarının kefaretinin ancak ilk taksitini bu tarafta ödeyebileceklerdir. Kalan borçlarını da öbür tarafın azap çukurlarında kapayacakları kesindir.

Bu tarihin bir diğer önemi ise, kendini adam sanan ve yok olma korkusuyla her gün, yasaklarıyla daha da küçülen bir zavallının yok oluşunun, miladı olacak bir başlangıca, son imzayı da atacak olmasıdır. Bu bağlamda, Erdoğan sonrası AKP sinin yeni kurmay kadrosunu oluştururken, sahipleri olan ABD senaristinin ilk bakacağı isimler, “işe yaramazımı korkutan, demek ki yeni dostumdur” mantığına göre de şüphesiz, Erdoğan’ın ürkerek bir nedenle civarında olmalarını istemediği için sildiği, isimler listesinde olacaktır.

            Bir bakışta muhalefete atmak gerekirse; bundan sonra yakın vadede Türkiye’mizin geleceği, sadece birlik veya yokluk üzerine gelişecektir. Ve bunda acaba, belki veya sözcüklerine artık yer olmayacaktır. Bugünün Türkiye sinde ne yazık ki AKP adlı ABD balonunun karşısında, denge oluşturabilecek bir muhalefet profili yoktur. CHP den çok umut var olduğum halde, bize yaşattığı hüsran açıktır. Anlayamadığımız nedenlerle de partiden hala olumlu bir ışık huzmesi alınamamaktadır. Yüce Atatürk’ün partisi neden kendi özüne sahip çıkamaz, eliyle başka partilere yollar. Neden bir İşçi Partisi kadar Kemalist olamaz.
AKİL bir CHP’li çıkıp, partisinin neden Atatürk gibi gürül gürül çağlayamadığını bütün yurdu boydan boya aşıp hepimizi arıtamadığını, neden kendi öz yatağına bile yeterli olamadığının bir izahını yaparsa, hepimiz aydınlanmış oluruz. Ne var ki, CHP ve MHP zirve kaybederken, diğer yanda İşçi Partisi, hep görmek istediğimiz antiemperyalist ve tam bağımsız Kemalist duruşuyla, haklı bir gelişme kaydetmektedir.

            Oysa Türkiye’de arzu ettiği projelere en azından başlayabilen ve Büyük Ortadoğu Projesi de elinde patlamak üzere olduğundan, fazla vakti de kalmayan ABD'nin, patlayıncaya kadar AKP balonuyla uçacağı kesindir. Erdoğan’dan sonra oluşacak yeni ABD senaryosu ve daha ılımlı; ama yine devşirilmiş, tamamen yenilenmiş bir AKP profiliyle ABDKP partisinin, seçim kulvarında ipi - hele de mevcut SEÇSİS ile -, yine en önde göğüsleyeceği kesindir. Meğerki Birleşik Devletlerde bu gidişin, ABD'nin sonu olacağı gerçeğini görebilecek mental bir devrim vücut bulsun ki, bu da şimdilik mucize olarak gözüküyor; ama çok uzak olmayan bir gelecekte bulacağı da açıkça görülüyor.

            Her şeye rağmen:
                       
                        Bakın ne olacak
                        Bekleyin seyreyleyin
                        İbretlik öykülerle söyleyin
                        Kendine ısrarla hava basan
                        Yakında öylesine ufalacak
                        Ki üstüne kazayla oturanın
                        Kıçında kaybolacak…
           
            Çünkü emperyalist gemisinde siyaset, genelde hep böyle son bulur. O nedenle de zaten hep yurdun malı kalınmalıdır. Ki özüne hitap edip kalıcı olabilesin.

            O halde, bir zamanlar Tandoğan’da ki ilk gelincikler mitinginde sesim kısılıncaya kadar haykırdığım gibi, tekrar haykırıyorum:

Acilen MİLLİ bir hükümet konsepti etrafında birleşin bayanlar, baylar. Unutmayın ki AKP reklâm balonu ambiyansını kullanacak olan uluslararası para babası parti karşısında, tek başınıza iktidar olabilmeniz, mevcut şartlarınızda asla mümkün değildir. Ne yaparsınız dostlar acı söyler işte böyle. Çünkü yalan söylemezler. Doğru ise bazen acıdır. Unutmayın ki, bu son şansınızda da aynı kafada ısrar edecek olursanız, tekrar başladığımız noktaya döneriz ki, gençliğimizin Milli Uyanış hareketi de güme gider ve takdir bulduğumuz dünyaya bu defa rezil oluruz. Allah korusun, işte o zaman köpekler bile güler halimize. Yoksa bunu mu istiyorsunuz???...

Serendip Altındal