29 Temmuz 2013 Pazartesi

İMANA GEL HELALLEŞ..

            AKP’lilerin aralarından elenenlerinden bugün sahnede kalmış olanlarının, ustalarıyla iyi anlaştıklarına bakınca, muhtemelen PROM beyinli olduklarına hükmediyoruz. Bilgisayar dünyasından tanıdığımız üzere, bilgisayarın en ucuz parçalarından biri olan ve sadece imalatında bir kere programlanabilen, EPROM diye anılan diğer türü gibi içeriği değiştirilebilir veya üstüne yeni bilgiler yüklenebilir olmayan hafıza türü demektir. Ne var ki, bütün AKP’lileri PROM beyinli addetmek haksızlık olur.
Çünkü içlerinde birçoğu, yaşanan süreç içinde öğrenmesini de bilerek aklın yolunu bulmuş ve kendilerini AKP gerçeğinden bir şekilde soyutlamışlardır. İşte onlar için EPROM beyinli tabiri yerinde olacaktır. Zira bu tabir genel ve normal insan yapısına da uygun düşer. Yani özetlenirse fark, akıllı ile akılsız arasında ki o ince noktadır aslında. Tıpkı delilik ile normal akıl denilenin arasında olduğu gibi.

Öyle ya, özgün birey otonomisi olmayan, kendi adına karar veremeyen, ustası ‘OTUR’ deyince oturan, ‘KALK’ deyince kalkan, ‘KONUŞ’ deyince konuşan, ‘SUS’ deyince susan, ‘KALDIR’ deyince kaldıran, ‘İNDİR’ deyince indiren, mecliste ki olmazsa olmaz mecburiyetlerinden başka bir eyleme de müsaadeli olmayanlardır bunlar. Kendi adına, sadece küfür ve muhalifleriyle kavga etmekten zaman bulduğunda, çevresinde gözüne kestirdiği her koltuğa evinde ki döşeği gibi yayılıp uzanan, arada sırada büyük adam pozlarında, dişinin kesebildiğine boyunu aşan havalı demeçler atan, vesaire, insanları tarif edebilmenin, başka da bir izahı olabilir mi?
Bu adamlar ve kadınların öğrenebilme yetilerinin olmadığına, sibernetik çağın başlangıç dönemlerinin aynı ilkel robotlarına benzediklerine, arada sırada parazit yaptıklarına da bakılırsa, sadece beyinlerine yüklenmiş ve güncellenememiş ilk bilgilerle hareket edebiliyor oldukları anlaşılır ki, bu durumun başka da bir ifade biçimi varmıdır, bilmiyorum doğrusu.

Belki enteresandır; ama bizim Erdoğan’ın, zamanın İtalyan Düklerinden birisi olan Sezar Borjia ile müthiş bir benzerlik içinde olduğunu görüyorum. Sezar Borjia kendi asaletiyle değil, iktidarını dış güçlerden (Fransa Kralı) alarak adımını attığı kariyer yolunda, başlangıçta herkese şirin gözüküp sürekli dostlar edinmişti. Önce onları kaşığın içiyle besleyip sürekli büyüterek, kendisini birlikte geliştirirken de onları kullanmıştı. Palazlandıktan sonra da kaşığın sapıyla, hepsini hatta ibretlik şekillerde harcayarak, sistemini yeni veliahtlarıyla yeniden kurarken, aynı zamanda yenilere gözdağı vererek otoritesini ve tek adamlığını da pekiştirmişti.

İşte böyle güvenilemez, hayatı entrikalarla dolu ihtiraslı bir garip adammış anlayacağınız Borgia. Nasıl? Bizim ki şıp demiş burnundan düşmüş sanki değil mi? Tam da İmparatorluk hayalleri kurduğu ve hiç de beklemediği bir zamanda, sadece bir iki Dukalıkla yetinmek zorunda kalarak, susmuş ihtirasları ve sıkıntı dolu acıları içinde, hasta yatağından göçüp gitmiş. Ayrıca adamın çok daha acılı bir sonu da olabilirdi, ki bunu da birkaç defa hak ettiği biliniyor. İşte her şey biz insanlar içindir. Demek ki her istediğini insana vermiyor bu ölümlü hayat. Tıpkı Borjialara ve diğerlerine de vermediği gibi. Verilenle yetinmesini de bilmek gerekiyor. Yani neyse falın odur halin.

O nedenle aşırı ihtiraslarına, gizemi sence malum kinlerine bir son ver. Ne yapsan senin düşündüğün gibi olmayacak işler. Artık imana gel herkesle helalleş, öncelikle de hakkını yediğin, özgürlüğünü gasp ettiklerinle. Zira senin de sonun yaklaştı, nasıl biteceğin hiç belli olmaz. Hiç olmazsa giderken adam gibi git de, arkandan Mollaydı desinler bari…

Tarih o kadar zengin örneklerle dolu ki, biraz araştırsanız neler neler bulursunuz. İyi de bu içi boş adamlar, kadınlar için değer mi? Biz sanki neden bu kadar araştırıyoruz ki. Kıç onların kıçı, sorun da onların sorunu olduğuna göre, kendi kıçlarını kendilerinin kurtarması, daha akılcı olmaz mı kendi adlarına. Yol gösteriyoruz da ne oluyor sanki. Nato kafa nato mermer değil mi? İmam bildiğini okuyor nasıl olsa; da, bakalım daha nereye kadar okuyacak…


MİNİK DUAMIZ

            Tanrım:

 “Biz sistemi kurduk, sistem de sizleri yarattı. Senin Tanrın, yaradılışında üçte iki hakkı ile önce anan, üçte bir hak ile de babandır. Biz iki koyduk, o ikiden bugün sistemin size verdiği Dünya dediğiniz mekânda, 6 milyar oldunuz. Benimle bir ilgin kalmadı, adı üstünde olan İnsanoğlu! Sistem, önlemini kendin al diye kafanın içine akıl da koydu. Buna rağmen başına ne getiriyorsan tek sebebi sensin”.

Dediğini ve bizim için tek olduğun halde, tevazu nedeniyle kendinden ‘BİZ’ diye bahsettiğini, Ehli Beyt anlayışımdan dolayı da iyi biliyorum. Aslında bu dünyada, erdemli, adil, hak yolundaki insanların çoğunlukta olduğunu ve öyle doğmuş, öyle öleceklerini de biliyoruz. Lakin parazitli tanrılardan, ses verip görüntü vermeyen evlatların da yaratılacağını veya bir şekilde düzgün de yaratılmış olsalar sonradan kanlarının bozulacağını da, kuşkusuz biliyor olmalısın.
Bir kötünün yedi mahalleye zarar verebildiğini de mutlaka biliyor olduğuna göre, lütfen bu adı üstünde olan İnsanoğluna son bir kıyak yap da, ona bu sorundan ebediyen nasıl kurtulacağını da göster. Ki hiç şüphesiz bunu da biliyor olmalısın. Zira verdiğin akılda, bugüne kadar buna bir çözüm çıkmadı. Ve kalıcı olmayan çözümleri biz de biliyoruz. İyi de biliyoruz ki, birkaç kanı bozuk sapkın, başıbozuk, şerefsiz, erdemsiz, doyumsuz ve her zaman da var olacak bu insan atığı azınlık yüzünden, hep kapımızın önünde oturacak olan Dünya harplerinde, çoğunluğumuz yine boku bokuna helak olacağız.

Serendip Altındal

Video Kanalım

26 Temmuz 2013 Cuma

TÜRK EKSPERLERİ..

Türkler tarihlerinde beş dini evreden geçtikleri halde, hiç bir din devleti kurmamışlardır. Türkün dini inancı ile seküler imanı farklı hususlardır. Özgün yapılarında, akıl, cesaret ve müthiş bir özgüvenin dışında, kendisini atalete sokan skolâstiğin mistisizmine yer olmadığı gibi, esasen buna ayıracak vakti de yoktur. Hep dingil ve eğer üstündedir yani. Budist olduğu dönemde bile, bir din devleti kurmamasına karşın, Çin'den Anadolu’ya kadar, dünyanın gördüğü en büyük devletlerden birine sahip olduğu halde, tarihinde hiç olmadığı kadar öz fundamentini tekzip edercesine uyuşmuş ve bu durumu fırsat bilerek yoğunlaşan Çin entrikaları sonunda da, içinde ÇİN’in de yer aldığı büyük imparatorluğunu dağıtmak zorunda kalmıştır.

            En zor harplere bile başlarken asla tanrılarından yardım dilenmezler - ki dilenmek en büyük utanç kaynaklarıydı -, tamamen akıl, cesaret ve özgüvenlerine itaat ederlerdi. Ordu da beslememişler, erleri ve Amazonlarıyla  – ki aslında Türk kadınına Amazon denir - birlikte asker doğdukları için, halk milisleri halinde, zaman zaman tek çağrıda, askeri disiplinle derhal bir araya toplanıp takımlar teşkil ederek, yeni harp teknikleri üzerine manevralar yaparak, yeni savaşlara hazırlanırlardı. At binmede, kılıç, ok, yay, mızrak kullanmada ve yakın dövüşte Amazonları erkeklerinden ayırt edilemez ve üzerlerine de emsal gösterilemezdi.
            Liderler (Yabgu, Başbuğ, Kaan vb.) akil pirlerden oluşan halk meclisi tarafından adilen seçilir ve kimsenin de buna itirazı olmazdı. Lider seçiminde de kadınlar asla ayrı tutulmazlardı. Esasen bir şekilde bu düzen bozulursa, devletleri de biterdi. Tarihlerinde devletsiz kalarak kurdukları küçük boyluklarda, her türlü zulüm, tehcir ve katliamlara maruz kalarak, tarifsiz acılar da çekmişlerdir. Dolayısıyla Türk varlığı asla bölünmemelidir. Hatta böyle bir dönemde, Arap zulmü altında, binlercesinin kanıyla nehirlerin bile kırmızı aktığı bir dönemlerinde, Araplar tarafından zorla Müslüman yapılmışlardır.
Hoş sonrasında, dört Haçlı seferini kucaklayarak Arapların yok olmasını önlerken, birlikte yok olmaya mahkûm edilen İslam'ı da, dinler potasında ki geniş kültürleri ve tasavvufi zenginlikleriyle, kılıçların, kelle avcılarının dini olmaktan çıkarıp, evrensel bir din haline getirmişlerdir.

            Görüldüğü üzere, Çin nere, Etrüsk (Asena) Roması nere. Asena bereket tanrısı Turan kim, Romalı (Asena) Venüs, İyon’yalı (Yunan, aslı Asena) Afrodit kim. Bugün tarihimizi kendilerine mal eden, M.Ö. 10000 lerde ise Avrupa’nın ilkel klanları - ki henüz millet kavramı bile onlarca bilinmiyordu – bugün kendilerine çağdaş Avrupalı diyerek ataları olan Türkleri, aşırma tarihli sahtekârlar birliği AB’nin dışında bırakanlar, Taş devrinde muhtemelen beş taş oynuyorlardı. Türkler ise devasa piramitlerine, anıtlarına beşer tarihinin ilk alfabesi runik el yazıları ve tamgalarıyla, arşivler oluşturuyorlar, köşe yazıları döktürüyorlardı. Anadolu’nun en az 10000 yıl öncesinden beri sahibiydi ve ecdadı olduğu Avrupalıda bu yüzden yerleşen Türk fobisi zamanla Türk alerjisine dönüşmüştür.
Uzun yıllar sonra yeniden Anadolu ya avdet eden Oğuz boyu Osmanlı ise, başlangıç yıllarında, komşusu olduğu Avrupalının alerjisinden nasibini almamak adına, Türklüğünü ön plana taşımamış, kendisine sadece Osmanlı demekle yetinmiş veya da zorunda kalmıştır. Sonra da Padişahların haremine girerek, Şehzadelerini doğuran Avrupalı devşirme hanım sultanların entrikalarıyla, yeniden Türkü millileştirmek esasen söz konusu bile olmamıştır.

Vaktiyle Kuzey Avrupa Oğuzlarının, ebedi esaretten kurtararak tarihte bağımsız ilk devletlerini kurmalarına neden oldukları Germenler (Alman) bugün bizi en fazla anlayan – ki onlarda emperyalist kulvarda oldukları halde -, ecdatları olduğumuz akrabalarımızdır. Hatta Hitler bile Türklerin Gamalı sembollerini (Haç demek doğru değildir), Nazi ordusuna güç vermesi anlamında bayrak haline getirmesi, hiç de tesadüfü değildi. Hakkında alakasız bir sürü uydurma neşriyat yapılmış olan Hitler, aslında çok aşina olduğu Türk gücünü, tarihiyle bilen araştırmacı bir kimliğe de sahipti. İşte onlardan biri olan araştırmacı bir kardeşimiz, uzaylı olduğu da söylenen, matematik dili, gizemli Türkçemizi, bakın ne kadar da gerçeğine özgün betimlemiş.

Türk dilini incelerken insan zekâsının dilde yarattığı mucizeyi görürsünüz.
Maks MÜLLER  (TÜRKBİLİM – Haziran 2013)

            İşte böyle nesillerin bugünkü ahfadı olan Emmioğlumun, görkemli tarihinin bile kendisine çok görüldüğü böylesi bir ortamda, şimdi her şeyden fazla ve daha önce hiç olmadığı kadar, Türkçe düşünüp, Türkçe konuşmaya ihtiyacı vardır. Bunun teyidini, çevremden bizatihen birçok defa kendim de aldığım için, durumun farkındayım. Başta kendim olmak üzere, özellikle bizim tarafta olduklarını bildiğim yazar, çizer ve tüm tefekkür sahibi kardeşlerime, dostlarıma öncelikle tavsiyem, diğer tuluatı, kozmetiği bir kenara koyup Türk'ün muhteşem tarihine odaklanmalarıdır.
            Çünkü zaman, Türk’ün yok edilmeye kalkıldığı bu yeni dönemde, tam da şanlı bayrağının yine en yükseklerde dalgalanma zamanıdır artık. Hele de birileri çıkıp, Türk evladının klasiğini hiç anlamadan Türk eksperi olduklarını sanıp, Türk'e din devleti kurdurmaya çalışıyorlarsa; olsa olsa sapıyla birlikte pişirdikleri saman çorbalarını, kendileri afiyetle yutarken, bize de yutturmaya kalkıyorlar diye düşünüyoruz.

Türkün altından eğerini, elinden silahını alamazsın. Bunda da zaman ve mekân mefhumu yoktur. O hep bir yolunu bulur. Önce Atasının armağanı köy enstitüleri vardı, elinden aldın sesini çıkarmadı. Oturduğun yerden malı hamutuyla götürürken, reyini hortumlamak adına her seçim dönemi, dinine, imanına oynadın yemedi; ama bağrına taş basmayı yeğledi. Şimdi de AKP iblisinle fabrikalarını, hayvanını, tohumunu ve madenleriyle tüm mal varlığını elinden aldın. Üstüne HES'lerinle suyunu bile ona çok görünce, 'NAH SANA…' diyerek yaşanmaz hale gelen aziz köyünü terk edip, metropollerini işgal ederek kendisinden gasp ettiğin büyük şehirli imtiyazlarına zorla ortak oldu - ki bu durumun gerçekte, AKP’nin “varoşlu yandaş” politikasıyla asla bir ilgisi yoktur -. Bu da aslında haklarını isteyen Türk köylüsünün, sessiz gezi eylemidir. O halde artık şikâyet etmeyeceksin.
            Bileceksin ki, karşında senin de bireyi olduğun, ufukların ötelerinde de dumanı tüten sonsuz Türk Ocağından emmioğulların vardır. En fazla bir jenerasyon sonra, senden fazla büyük şehirli ve senden duyarlı bir vatandaşın olur çıkar, kuşkun olmasın. Esasen Gezi Parkı eylemleriyle akılcılıklarını bütün dünyaya kabul ettiren, o aydınlık çocuklarımızın büyük bir çoğunluğu, büyük şehirlerine bir iki asır önce hicret etmiş ailelerin çocukları değildir. Nasıl! Farkı kim anlayabildi ki.

            Atanın boşuna yurdun efendisidir demediği köylün, artık kapı komşundur. Mademki sen onun efendiliğini ona çok gördün, o kendisine verilmeyeni işte böyle bizatihen almasını da bilir. Ama korkma, dediğim gibi, en fazla bir jenerasyon sonra oyunun kurallarını senden daha iyi öğrenmiş ve oynamaya da başlamıştır hiç merak etme. Tıpkı vaktiyle senin de ananın, babanın yaptığı gibi. İşte Türk faktörü böyle bir şeydir. Yıllardır Avrupa metropollerinde, ışığı, yolu bile olmayan köylerden gelip de onlardan birileri olarak yaşayan Türkleri, Avrupalılara da sorabilirsin. Bu konuda bir solukta okuyacağınız, bizatihen yaşadığım çok ilginç örnekler de verebilirim. Ne ki bunlar kitaplık konulardır.

            Başlangıçta onların, senin gibi şehirli olanlarını bile, nasıl aralarında görmek istemediklerini, şimdi ise meclislerine bile sokmak zorunda kaldıklarını öğrenebilirsin. Şimdi belki de, köyleri olmayan şehirler nasıl yaşar diye, haklı olarak soracaksın. Dünün yedi düvele yetecek tarım ülkesiyken, bugün sömürgecinin GDO' lu tohumlarına bile muhtaç hale nasıl getirildiysek, şehir dinamiğinde hızla eğitilmiş olan köylümüz, bir milli ekonomi revizyonundan sonra, bir de bakmışsın köy enstitüsü olmadan da, yedi düveli doyuran toprakların, Atasının betimlediği gibi gerçek efendisi olup çıkmıştır. Dedik ya Türk Faktörünü asla göz ardı etmeyeceksin.

Serendip Altındal



20 Temmuz 2013 Cumartesi

KAHIRLI ÇAĞRILAR..

Bugün birkaç o.. çocuğu, milli müktesebatımızı yerle bir edip, yurdumuzu bölmeye kalkıyorsa, bizlerde buna seyirci kalıyorsak; yarın torunlarımız da bizi o.. çocukları diye andıklarında ve öbür tarafta bu çağrılara muhatap olduğumuzda, ne bok yiyeceğiz acaba? Nurlar içinde yatası, Allah’ın gani gani rahmet eyleyesi Kuvayı milliyeci babalarımız, atalarımız da bizleri şayet aynı durumda bırakmış olsalardı, biz onları nasıl anardık acaba?

Bir yandan onların yüzlerine bakamayacakken, diğer yanda torunlarımızın kahırlı çağrılarını duymazlıktan gelmek zorunda kalacaksak, ötede işimiz bayağı zor olacak. Demek ki öbür tarafta da bizlere huzur yok desenize. O halde gelin özümüze yakışan hayırlı bir şeyler yapalım, yapalım da en azından yavrularımızın geleceklerini karartmayalım. Giderken de hiç olmazsa onların hayır dualarını alalım ve öbür tarafta huzur bulalım emmioğullarım o zaman.
Her ne kadar ordumuzun narkozla domaltılmış olduğu, henüz çuval giydiği günlerde işaret vermiş olsa da, bizler daha hangi günlere saklıyoruz acaba erliğimizi. Kadınımızla, erkeğimizle doğuştan hepimiz asker değil miyiz? On binlercesinin asil kanlarıyla sulanmış Türklerin toprağı, üç buçuk besmelesiz yandan fırlamış piçe, para için analarını, avratlarını bile satan kanı bozuklara, oldubittiyle terk edilecek kadar ucuz değildir. Aslında yedi düvel de bunu domuz gibi bilir. Bilir de, acaba bizlerin de narkoz yuttuğumuzu mu düşünüyorlar nedir. Yoksa işi bu kadar abartma cesareti gösteremezlerdi.

Aslında çocuklarımızın Gezi Parkında yaktığı ateş, dünya bacasını sardı. Tüm soyulan milletlerde kıpırdanmalar başladı. Öyle ya her zaman ‘Türk önde, Türk ileri’ değil miydi zaten. Baksanıza Birleşik Devletlerde bile on binler, her bahaneyle bir araya gelmeye başladılar artık. Bunun böyle olacağını daha önce de yazmıştım. EKB (Ezoterik Kardeşler Birliği) olarak betimlediğim, globalist liboş fantastların, bu seslere duyarlı olmaları gerektiğini, o zaman da söylemiştik. Ne var ki henüz onlardan tık yok. Bakalım biraz daha bekleyelim, önümüzde ki ana baba günlerinin ilk işaretlerini - ki şayet bunlar da değilse - herhalde yakında hep birlikte alacağız.

§  Bu iki yönetim tarzının örnekleri çağımızda Türk ile Fransa kralıdır. Bütün Türk monarşisi tek bir baş tarafından yönetilir; ötekiler onun kullarıdır. Krallığını sancaklara bölmüştür ve oralara keyfince yöneticiler atar, isterse yerlerini değiştirir, isterse görevden alır. Fransa kralı ise tersine çok eski soydan gelme ve her biri kendi tebaasınca sevilip sayılan bir yığın büyük derebeyi arasında yaşar. Derebeylerinin her birinin soydan gelme ayrıcalıkları vardır ki kral başına dert açmadan bunlara dokunamaz. Bu iki hüküm sürme tarzını ele alan biri Türk'ün topraklarını fethetmekteki güçlüğü; ama bir kez fethedildi mi de tutunmaktaki büyük kolaylığı görür.
Türk ülkesinin fethi önünde dikilen engellerin nedenleri açıktır: Bir kere, bu krallığın prensleri tarafından oraya çağırılmadığın gibi yukarıda belirtilen nedenlerle,  prensin çevresindekilerin senin girişimini kolaylaştıracak bir başkaldırısına da bel bağlayamazsın. Çünkü prensin yakın çevresindekilerin tümü onun yoktan var ettiği ve ona şükran borcu olan kimselerdir. Yozlaştırılmaları da zordur ve hatta yozlaştırılsalar bile bu yine de pek fazla yarar sağlamaz çünkü daha önce değinilen nedenlerle halkı arkalarından sürükleyemezler. O halde, kim ki Türk'le savaşmak ister hasmının güçlerini karşısında birlik halinde bulmaya hazır olmalıdır ve karşı tarafın içinde çıkacak bir kargaşadan çok kendi birliklerine güvenmelidir. Ama yenmeyi başarırsa, Türk'ü bir daha ordusunu kuramayacak denli bozguna uğratırsa o zaman yenik düşenin soyundan başka korkacağı kimse kalmaz; onun ocağı da bir kez söndü mü kimse kaygılandıramaz artık. Çünkü ötekilerin halk üzerinde hiçbir nüfuzları yoktur; istilacı nasıl ki zaferden önce desteklerine güvenemez idiyse zaferden sonra da onlardan korkacak hiçbir şey kalmaz. ( Prens – Machiavelli)

         Ya işte bunları demiş Makyavel. Demek ki o zamanlar böyle oluyormuş ülkeler üstüne sömürgeci sarkmaları. Şimdi ise oldubittiler farklı potalarda; ama hedef ülkelerin içinde pişiriliyor. Ve daha ziyade önceden devşirilmiş, vatan haini, kanı bozuk siyasiler üzerine kurgulu istilalar gerçekleşiyor. Tıpkı bizde olduğu gibi. Ayrıca silah atmadan da pekâlâ hallediliyor işler.
            Ne var ki dün de, bugün de ülkelerin yok olma veya parçalanmalarının tek nedeni, kendi özüne ihanet içinde olan insan kaynaklarıdır. Tarihler değişmiş fakat insanoğlu ile birlikte var olan bu gerçek ise asla değişmemiştir. Yani toplumlar hep kendi insanları yüzünden ya ihya olmuşlar veya da helak olmuşlardır. Makyavel bu doğruya ne hikmetse değinmemiştir. Belki de imtiyazlı veya asil ‘Yurttaş’ sınıfından olsa gerek. Çünkü halklar asil olmadıkları için adamdan sayılmıyorlar, sadece Prens’in tebaası olarak kabul ediliyorlardı kendi zamanında.

            Oysa gözünü, huyunu, suyunu, aklını, insanlığını sevdiğimin Türklerinde devletler, daima tek nüvesi ve hayat iksiri olan, eri, Amazonuyla tüm halkı yani Türk Milleti üzerine kurulmuşlardır. Türklerde asalet unvanı gibi, putlar, fetişler ve Gök tanrı dışında tanrılar da yoktur. Ayrıca devamlı beslenen orduları da yoktu. Çünkü bütün halk milis ordusuydu. Ve her türlü harbe, her şekilde, erleri ve Amazonlarıyla bir anda tam tekmil hazır oluverirlerdi.
Belirli zaman dilimlerinde bir araya toplanırlar ve herkes gurup liderleri tarafından atandığı kendi görevinin başına geçerek muhtemel yeni harplere de, yeni taktik çalışmaları yaparak, hep birlikte hazırlanırlardı. Türklerde sadece görevler ve atamalar vardır. Yabgu, Başbuğ, Hakan vs. her zaman halk meclisinin layık gördüğü, milletiyle özdeş, milletini temsil eden biri olurdu. Esasen bu kural bir şekilde değiştiğinde, devlet zaten biterdi. Türk Boyları hep böyle durumlarda ortaya çıkmıştır aslında.  İşte Türk toprağının istila edilememesinin ana nedeni de bu olmuştur, Türk var olduğundan beri.

Yukarda Makyavel’i okuduğunuzda belki haksız olmadığını da gördünüz. Ama yüzeyseldir, derinliğin farkında değil. İmtiyazlı yaşam günlüğünün,  oportünist entelektüel çerçevesinde onun da sınırları, diğer fikir arkadaşlarında olduğu gibi önceden çizilmişti. Türk gerçeğini bilmelerine, anlayabilmelerine imkân da yoktu, şartlar da müsait değildi belki zamanlarında. Esasen bizim gerçeklerimizin, temsil ettikleri eşyanın tabiatına uyması da beklenemezdi. İşte aynı sülalenin bugünkü,  güncel megalo-paranoidlerinden de beklenemeyeceği gibi.

Biz yine de bizim okuma özürlü Sadrazamın, Makyavel okuduğunu filan düşünmüyoruz. Ayrıca okumaya da ihtiyacı yok ki. Çünkü o her şeyi biliyor nasıl olsa…

Serendip Altındal


17 Temmuz 2013 Çarşamba

DİNGONUN MEYHANESİ..

Savunma bakanı antetli hazret kelam buyurmuşlar: Hukuk devletinde suç işleyen, mutlaka karşılığını bulurmuş. Orası kesin de ne var ki, siz mevcut hukuk sistemini, guguk sistemine dönüştürdüğünüz için, bu karşılığın sizden tecelli bulamayacağı da kesindir. Tabiatıyla Türkiye Cumhuriyetine karşı suç işleyenler ki, bunlara sizler de dâhilsiniz, layıklarını, bu yüce devletin gerçek milli hükümetinden nasıl olsa sonunda bulacaklardır, sayın savunma bakanı. Bak bu konuda hiç endişen olmasın, nasılsa haklı çıkarsın.
            İşleri o hale getirdiniz ki, ötede ciğeri delik olan, öteki için 'ciğeri beş para etmez' diyebiliyor. Sanki kendi ciğeri hava kaçırmıyormuş gibi. Hoş muhatabı da, Gezi Parklarında diğer arkadaşlarıyla sabahlayan ve birlikte hırpalanan ülkücü gençlerin imajlarında, hanidir idol kimliğini kaybetmiş bir kişidir aslında. Başka bir yalaka da öbürkü için ‘rogarın kapağını kapayın’ diyebiliyor. İçinizden bir bakan için Avrupanın en ciddi medya organlarından birinde ise ‘Erdoğanın bekçi köpeği’ antetli koca bir yazı neşredilebiliyor.
Bize gelince, MHP şayet tüm milli cephede, adına özgün bir hüviyet kazanmak istiyorsa, bir an önce AKP, dolayısı ile de ABD stepnesi konumunda ki başkanından ayrılmak ve idealist, genç, dinamik, objektif bir başkanın önderliğinde kendi iç mimarisinde, Atatürkçü tam bağımsız milli kulvara keskin U dönüşü gerçekleştirecek bir revizyonu acilen uygulamak zorundadır. Zira MHP, toplumu ikna etme bağlamında, anti Amerikanist ve anti emparyalist, bir duruş ortaya koyamadan, asla gerçek milliyetçi bir parti olamayacağını da bilmek zorundadır. Dolaylı olarak da özellikle Amerikan rüyasından, bir an evvel uyanmalıdır artık.
Siz de ise durum daha da iç karartıcı. Birisinin koruma ordusu var. Çevresinde yer ve gök dahil olmak üzere her yere kamera döşettiği de biliniyor. İyi de Gadafiyi bile en yakın koruması bir Tuareğin bitirdiği de bilindiğine ve bu konuda tarihte sayısız emsal de olduğuna göre; pekiyi, şayet adam olmamakta israr etmekte böyle kararlıysan, korumanı nasıl koruyacaksın diye sormazlar mı adama. Neticede canını emanet ettiğin insan kaynağı var karşında. Ve onunla da uğraşmaya hele de ona güvenmeye hiç gelmez, bilmiş ol. Bunu büyük(!) denilen Sezar da kendi sonunda, dudaklarında acı bir tebessümle öğrenmişti aslında.

            Yukarda bazı vatandaşlarımızın birbirlerine bahşettikleri itici nameler, Galata kayıkçı meyhanelerinde çalınıp söylenmiyor. Bunlar, bir zamanların yüce ve asil meclisi iken, şimdilerde çoğunluğu dirayetsiz üyeleri tarafından Çıfıt çarşısına dönüştürülen, Türkiye Cumhuriyeti Meclisinin ne yazık ki günlük iletişim jargonu oldu artık. Ve yukarda yazdıklarım, inanın yüzüm kızarmadan yazabileceklerimin en yakası açılmışları.
Ne ki, manipülasyona müsait yapısı nedeniyle demokrasilerde bazen uluslar, aslında hiç te hak etmedikleri halde, içlerinde ki ansızların layığına bir oldubittiyle ortak ediliveriliyorlar işte. Ve bu duruma da bazı hesap, kitap bilmezler, hiç utanıp, sıkılmadan yüzde elliyi yakıştırıveriyorlar.

Türkiyemizde ki mevcut seçim sistemini, geceden sabaha değişiveren çakma seçmen sayılarını, sömürgecinin bilgisayar programını, çalınan sandıkları, yok edilen parmak boyasını, mükerrer oyları ve tüm diğer olumsuzlukları anımsayın, birde bunlara yandaş medyanın çakma istatistiklerini eklerseniz, ne demek istediğim kendiliğinden anlaşılacaktır.

Serendip Altındal



8 Temmuz 2013 Pazartesi

ŞEY ÜZERİNE..

Sana roket fırlatana futbol topu mu atarsın. En az onunki kadar güçlü bir roketle karşılık verirsin. Bu siyasette de başka ŞEY ‘lerde de böyledir. Herifçioğlu kendisine verdiğin demokratik özgürlüğünü kullanıp, senin Tiran’ın olmuşsa, bıçak kemiğe dayanınca, onu kolundan tutup duvara çarpmak da, artık en meşru hakkın olmuş demektir. Bırakın, bunu kendileri de çoktan hak etmiş olanlar, darbe, marbe, 'seçimle gelen seçimle gider' sakızlarını çiğneyip dursunlar artık.
Sen seçimle gelip; ama gider yolunu tıkamışsan, insan evladı nasıl kurtulacak ki kafasına ettiğin pisliğinden. O zaman tüm beşeri beklentilerin önünü de kendin kapamış olmuyormusun aslında çokbilmiş! Kim sana ne yaptı ki, sen kendi kendini mundar ettin. Bak bilmediğin birçok ŞEY gibi, bunu da atlamışsın işte.

            Şayet bu keyfiyeti yine 'darbe' olarak adlandırmak istiyorlarsa, evet darbedir. Ama ordu destekli veya değil, aslında bir HALK DARBESİDİR. Bu arada oldubittiye getirip genelkurmayın da başına, cemaat ambarından bir yumurta çuvalı koydular. O yüzden içleri rahat olmasına rağmen ne hikmetse, yine de endişeliler. Öyle ya, hiç yumurta çuvala konur mu? Kendileri de bu saçmalığın farkındalar anlaşılan.
            Adam seni iğfal edecek, kendisine sunduğun seçilme hakkıyla geçip tepene oturacak, kafana yapacak ve senin olan HERŞEYE oturduğu yerden sahip olacak, onunla da yetinmeyip bütün mal varlığını sömürgecine pazarlayarak üstünden avantasını alacak, özgün millet kimliğini sömürge ümmetine dönüştürecek, yetmedi anavatanını bölecek ve dünya medeniyet tarihini başlatan ulusal adını bile yok farz edecek. Sen “yettin artık” deyince de, utanmadan darbe yapıyorsun diyecek. Yoksa, “Aferin aslanım eline sağlık, istediğin başka şeyler de varsa, onları da söyle”, demeni, mübarek(!) elini öpmeni mi bekliyordu acep. Kaldı mı ulan böyle otuz beşe bakla, bıraktın mı da insana başka bir çıkış yolu.
Aslında Tiran, eskiden olduğu gibi, 'kırk katır mı, kırk satır mı' seçeneğinin önüne oturtulmadığına dua etmelidir. Demokrasiler gibi darbelerde onu hak edenlerindir. Kimse merak etmesin. Zira tekdir ile adam olmayanın hakkı kötektir. Buna da her yerde karar veren tek merci, kendi anayasalarının da kurucu sahibi olan, kendi asal özlerinden inanç ve gelenekleriyle gelmiş olan Uluslardır.

            Tam da 4 Temmuz, Birleşik Devletlerin bağımsızlık günü Okyanus ötesinde kutlanırken, Mısır halkı da Amerikan ŞEY' i Mursi'yi devirip, Birleşik Devletlere adeta bir bağımsızlık postası koydu. Bu tarihi günde, bir yanda kendi bağımsızlığını kutlayan Amerikalı, öte yanda Amerikan mandasına karşı kendi özgürlük direnişini başlatan Mısırlı perspektifinden güne baktığında ise, bu günün kendisi adına bir utanç belgeseli olması gerektiğini anlamalıdır aslında. İşte diğer yanlarda bunlar olurken, olan bitenin farkında olmak istemeyen, hoş isteseler de mental fakiri olduklarından, şeyini ŞEY etmekten başka ŞEY bilmedikleri için de, çatlayıp duruyorlar bizim buralarda birileri.

            ŞEY sözü, aynı zamanda bir matematik dili olan güzel Türkçemizde, gerçekte tanrısal bir ifadedir. Tanrıyı bile BİRŞEY olarak ifade etmez miyiz? Bakın bu yazı içinde bile, örnek olsun diye özellikle sık kullandığım ŞEY ile sayfalarla anlatamayacağımız ne kadar çok ŞEY anlattık değil mi? Ayrıca yazıda ki bolca ŞEY'e rağmen, hiç BİRŞEY anlamayan da kalmamıştır mutlaka. Nasıl, şaka gibi değil mi? Şimdi gel de bu efsunlu Türkçemizi bir kere daha, bağrına basma. Ve asla da unutmayın ki, şayet TÜRKÇE varsa, başka da hiç bir dile gerek yoktur bu dünyada. Türkçe ile ifade edilemeyecek hiç bir ŞEY olmadığı gibi, ayrıca ifadesizlik bile kendi başına, özel bir beceri de ister Türkçemizde.
            Utanmayın, sıkıştığınız yerde ŞEY deyiverin olsun bitsin. Ne demek istediğiniz daha kolay anlaşılacaktır. Neticede, uzaylı olduğu da söylenen gizemli Türkçemiz var bizim. Ne var ki ŞEY ler fazlalaşınca, artık ŞEY imiz de meşhur yasaklar listesine (blacklist) alınırsa hiç şaşırmayın. Ha bu arada son günlerde gezi turlarında, ortalarda deli Muhsin gibi vatandaşları kovalayan eli palalı, bazı lakerda beyinliler da görülmeye başlandı. Artık işler bu kerteye geldiğine göre, bizim ŞEY şaşkın ördek gibi kıçtan dalmaya başladı demektir. Demek ki hazretler için yolun sonu göründü artık. Tevekkeli partilerinin daha mülayim kanadı, yumuşak cemaatini da arkasına alarak, boşuna onlarla ilişiğini kesmeye kalkmıyor.

Serendip Altındal



3 Temmuz 2013 Çarşamba

NADASTAN SONRA..

Erdoğan ve şürekâsının artık iyice gemi azıya aldıklarına bakılırsa; ABD & AB global şirketler Gladyosundan bir şekilde sonuna kadar destek alacakları garantisine, başka da alternatifleri kalmadığından, umutsuzca bel bağlamak zorunda kaldıkları anlaşılmaktadır. Almanlar, "Mit gegangen, mit gehangen" birlikte gittik, birlikte asıldık derler. Zira durum görüldüğü üzere, AKP ve Erdoğan adına, artık bu kerteye de gelmiştir. Oysa diğer yanda AKP cuntasına karşı başlatılan milli direnişi destekliyor gözükürken gerçekte ikili oynayan, sanal aydın(!) ve çakma özgürlükçü(!) Batı dünyasının, aslında ne kadar acınacak durumda olduğu da kendiliğinden anlaşılıyor.
            Bazı sivri akıllıların farklı ekstremlere yordukları, Gezi Parkı yaftalı milli direnişin temelinde, kendi geleceğini kendisi tayin etmek isteyen özgür genç dimağların ve onları adam evladı saygın bireyler olarak topluma kazandırmış büyüklerinin, emsalsiz bir dayanışma ile ortaya koydukları bir milli birlik coşkusu yatıyor. Bu en doğal direnci bile farklı noktalara saptırmaya çalışan çabalar, neticede akamete uğramak zorundaydılar, öyle de oldu zaten.

            Erdoğan’ın yerinde şayet ruhsal balans özürlü ve çağ ötesi bir tiran yerine, aklı yerinde, siyaset etiğinde, onurlu bir lider olmuş olsaydı, iktidarının içine düştüğü böyle bir açmazda, bir dakika bile kaybetmez, hemen istifa ederdi. Ne ki, Erdoğan istese de bunu yapamaz şimdi. Son tramvayı kaçırmıştır artık. Çünkü misyoneri olduğu misyona kendisini atayanlara ihanet etmiş olurdu ki, işte bu da onun sonu demek olurdu. Ne var ki, bu kadar tecrübeden sonra yeni bir Neron'a, Roma’yı yine yakması için göz yumacak enayi kaldı mı hala bu dünyada. Hele de Türk adlı zeki ve güçlü bir milletin diyarında.
            Kendisine destek vermeye devamla yükümlü olanlar, anlaşılan ona; "sen işi bir iç savaşa kadar götür, gerisini biz hallederiz" vaadinde bulunmuş olmalılar. Nitekim Obama'nın, Birleşik Devletlerin siyasi tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, Çin'i ziyaret ediş nedeni, ilk önce bizi vuracak olan yeni Ortadoğu manevrası için, icazet arayışı olabilir mi acaba? Çünkü en yakın komşumuz Rusya yerine, uzaktaki Çin ile böyle bir senteze girmeye çalışması, tanıdığımız Amerikalı adına bize daha makul görünüyor.

Ama Asya güçleri nereden baksalar, Ortadoğu’da kalıcı bir yerleşim güvencesi (Kürt’le veya değil) arayan Amerika'nın bu en kritik bölgede her türlü mevcudiyeti, sadece Ortadoğu için değil (çünkü şer teknolojisi yerinde saymayacaktır), bütün Asya devletleri için uzun vadede, sinsi bir şer kaynağından başka da bir getiri asla sağlamayacaktır. Bir engerek yılanıyla ne kadar süre yatağınızı paylaşabilirsiniz ki. Kendi adıma ehlileştirilmiş bile olsa, bırakın yatağımı paylaşmayı, onu civarımda bile istemezdim.
            Nasıl bir zamanlar bütün yollar Roma’ya çıkmışsa, şimdi de her yol Amerikanın tasfiye edilmesine veya en azından tam bağımsız, bunu hazır kıta iştiyakla bekleyen kendi federe devletlerine minimize edilmesine çıkıyor. İşte global beladan kurtulmadan, global huzura ermenin bundan başka da bir yolunun olmadığının farkındadırlar hiç şüphesiz, binlerce yıllık toprakların sahibi Asya devleri de. Bekleyelim ve görelim bakalım. El mi yaman bey mi?

            Vesayet, veraset, filan konularıyla 60'ları hala tartışan, bu iki dönemi hala birbiriyle mukayese eden; ama prensipte iyi niyetli ve bu vatanın evladı olduklarını bildiğimiz bazı dostlarımıza, sırası gelmişken bir öneride bulunalım.
            Kendilerini fazla zorlamasınlar ve lütfen iyi bilsinler ki; bu ülkede şayet makûs bir Menderes dönemi yaşanmamış olsaydı, evvel emirde "Memleketin Efendilerini" yetiştirecek olan Köy Enstitüleri kapatılmayacak, bugün ilkel bulduğumuz, feodal devlet yapısı tarihe gömülecek, çağlar ötesinin hastalığı olan sinsi şeri devlet olgusu, Batı dünyasında olduğu gibi ebediyen tasfiye edilecek ve Türkiyemiz bugün belki de dünyanın bir numaralı refah devi olacaktı.
Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra başlayan yüce Atatürk'ün tam bağımsız milli ekonomisiyle, ilk 15 yıl gibi o kısacık dönemde bile, dünyanın bir numaralı kalkınan ülkesi nasıl olduysak; bir de bunun üstüne dolu dolu Kemalist ilkelerle yaşanmış bir 90 yıl daha konulabilseydi şayet, kimbilir neler olurdu. Bilmem anlatabildim mi?
            Ne var ki, Menderesle başlayan makûs dönemde, acemilik ve çaresizlik içinde, sanki hibe ediliyormuş algısıyla, üstüne balıklama atladıkları, mandacılığa yeni soyunmaya başlayan Amerika Birleşik Devletleri adlı iblisin, Marshall Yardımı adlı uzun vadeli sinsi sömürü kredileriyle (aynısını bugün, sömürü projeleri kapsamında Dünya Bankası veriyor), bir anda kendilerinin ve de ülkemizin elini kolunu bağlayıp, yedi düvel galibi şerefli TC Türk Milletini, kendileri gibi onursuz bir Amerikan ümmetine dönüştürdüler.
            Ondan sonra şerefsizlere, daha şerefsizce tavizler verilmeye başlandı. Atatürkün, ülkemizin geleceği olarak öngördüğü milli güvenlik ve erdem okulları (Köy Enstitüleri) kapatıldı. Milli eğitim kuşa çevrilip adeta Amerikan ruhban eğitimine dönüştürüldü. Vakıf ve misyoner okulları açıldı. Yeni Dünya denen pembe hayaller(!) ülkesine, beyin göçleri başlatıldı. İnönü’nün arkasında borçsuz bıraktığı milli ekonomi. Gırtlağına kadar Dolar borcu batağında boğuldu. Atatürk’ün Rus tarımcılarına iki yıl da yaptırmış olduğu toprak ve tarım reformu, tozlu arşivlere gömüldü ve toprak reformunun üstüne sünger çekildi, vesaire, vesaire.
Hele de işin bu yanı, kendisi de büyük bir toprak ağası olduğu için, kimbilir nasıl da işine yaramıştı Menderesin. Ama nasibi olmadı işte. Hepsi oldubitti, neticede ne oduysa bu onurlu millete, bu güzel ülkeye oldu ve yazık da oldu aslında. Bugün bize o dönemle aynı şartları hem de katmeriyle yaşatan ve ülkeyi milli kaynaksız da bırakan  - Menderes döneminde hiç olmazsa milli kaynaklarımız vardı. Bu yüzden de bir rahmeti hak ediyor. Ama iktidarı daha fazla uzasaydı ne olurdu sorusu, tenzih edilmek kaydıyla - Erdoğan denen tiran ise, hocası Menderesin nadasa bıraktığı bu vatan toprağında, ne yazık ki büyüyen bir deve dikenidir. Yani Erdoğan’ın tanrısı Menderes’tir aslında.
            İşte ondan sonrada bir daha dikiş tuttuğumuz söylenemez. Amerika ve AB bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadılar ve halen de oynamaktalar. Biraz onurlu olalım ve hala geçmişte ki çoktan unutulası, o ölü noktalarda asılı kalmayalım. Onlardan sadece ders çıkaralım yeter. Oysa şerefli geçmişimizden alacağımız öyle çok ve onurlu gerçeklerimiz var ki, biraz da bu gerçekleri görelim ve şayet aydınsak, artık yoluna sokulması hayati önem arz eden güncelimize, acilen odaklanalım lütfen hanımlar, beyler ve paşalar.

            Arada her ne kadar radikal farklar varsa da, dünün DP si neyse, bugünlerin AKP’si odur aslında. Ve ikisi de kocaman, içleri sadece havayla dolu birer balondur. DP’nin balonu çoktan sönmüş ve artık şişecek yanı da kalmamıştır. AKP’nin balonu ise delinmiş ve hava kaçırmaktadır. Yakında DP nin balonundan da işe yaramaz bir hale gelecek, belki de çadır bezine dönüşecektir.
Ne var ki CHP için aynı şeyleri söylemek, ne dün ne de bugün için mümkün olamamış ve yarın içinde olamayacaktır. Çünkü CHP gücünü, ortak düşmanın bütün provokatif katkılarına rağmen özünde altı ok faziletini ve yüce Atatürk’ün laik Cumhuriyet muhafızlarını ihtiva eden asal çekirdeğinden alır. İşte CHP gerçeğinin aslı da budur ya zaten. Gezi Parkında, Kuğulu Park da yurdun diğer park, bahçe ve meydanlarında coşkuyla bir araya gelen, geleceğimiz olan gençlerimiz de o muhafızlar değiller mi aslında.  İnanın ki bunları bana söyleten bir CHP’li olmam değil - ki hiçbir parti aidiyetim yoktur -; ama Türkoğlu Türk, sapına kadar Atatürkçü, Kemalist ve laik Cumhuriyet muhafızı kimliğimdir, biline.

Ve şimdi, açık arazide devasa bir fırtına geçirmiş, yerle bir olmuş bir çiftliğin sahibi olduğunuza, yapayalnız ve de çaresiz kaldığınıza, en yakın meskûn bölgeden de erişemeyecek kadar uzakta olduğunuza, bir an için empati oluşturun. Yetmiyormuş gibi çok daha şiddetli bir fırtınanın yakın bir sürede tekrar geleceğini de biliyor olun. Bu durumda ilk yapacağınız en akıllı iş, herhalde önce bir envanter çıkarıp elinizde sağlam ne kaldığına bakmanız ve yeni fırtınaya karşı kendinizi korumak üzere, herhalde en sağlam kalmış bir sundurmayı elinizden geldiği kadar da onarmaya çalışmanız olurdu.

İşte yurdumuz da bugün fırtınadan harab olmuş bir çiftlik durumunda kalmıştır. Bizlerde bu çiftliğin sahibi olduğumuza, yeni fırtınalara karşı daha fazla da vaktimiz kalmadığına göre, herhalde yapacağımız en akılcı iş, yeni arayışlarla bizim için çok değerli olan zamanı boşuna heder etmek yerine, eldeki en eski, deneyimli ve köklü partiyi – ki aklın yolu bir olduğuna göre, bu parti de herhalde CHP olmalıdır – tüm milli ve bağımsız beklentilerimizle örtüşecek, olmazsa olmaz katkılarla, Ulusal birlik ve milli merkez seviyesine revize etmek değil de ne olmalıdır. 

Serendip Altındal