27 Mayıs 2013 Pazartesi

YELKEN MUHABBETİ..

Doğulu, Batılı, kadınlı, erkekli ajanların tatil merkezi haline dönüşen ülkemizde, yüce Türk Ulusu her şeye rağmen, içine sokulduğu ve başka milletleri çoktan tarumar edecek kaotik ortama metelik bile vermeden, aslanlar gibi fütursuzca, dimdik ayakta ise, tarihsel ve dokusal haşmetiyle ne kadar iftihar etse azdır; ama asla vazgeçemeyeceği gururu, sapına kadar hakkıdır da. Amerikanın, ulusal bütünlüğümüzü yok ederek, Küçük Asya’yı (Anadolu’muz), İstanbul merkezli küçük Amerika tarzı federe devletler kampüsü - ki tek anladığı devlet formudur – yaparak başına geçeceği sinsi planı, akamete uğramıştır. Bunun ana nedeni ise, kafasına çuval geçirdiği ordumuz değil; ama Okyanusun diğer yanında ki Asya devlerinin, kurduğu bu turşudan yememelerinde yatar.

            Öncesi, Bush'lu dandik BOP eş başkanlığı palavrasıyla başlayan, sırasıyla çuval fiyaskosu, Vatikan kurgulu papaz, imam muhabbetleri (Dinler diyaloğu), Hillary adlı kadın damacının turnuva maçları, hukuk diplomalı sirk cambazlarıyla sunulan mahkemeler sirkinin, halen devam eden seansları falan, filan saymakla bitmiyor insanı bizar eden AKP sapkınlıkları. Bütün hudutları neredeyse sahipsiz kalarak hemen hemen çok uluslu bir devlet haline gelmiş aziz yurdumun insancıkları! Halen benim diyebiliyorsanız, bu sizden değil; ama medeni beşer tarihini başlatan yüce Türk kimliğinizdendir.
            Ayrıca dünyanın en değerli ve jeopolitik bölgesindeki anavatanınız, emperyalistin kendi ipini çekmemek adına, özellikle de konvansiyonel "silahlara veda" etmek zorunda bırakıldığı bir bölgededir. Tam da bu bölge de, Tayyipler hükümetinin azami dikkatli olmak zorunda olduğu diğer bir ana nokta ise, başına bir hal gelirse, çok güvendiği Obama'nın da kendi kıçını kurtaramayacağını iyi bildiğinden, kendisini Suriye meselesinde olduğu gibi yine kaderine terk edeceğidir.

            Geçen yazımda Prof.Dr. Haydar Baş'ın Milli Ekonomi Modelini tanıtmakla ne kadar isabet kaydettiğimi, partilerinin olağan büyük kongresinde ki objektif coşkuyu bugün Sağlık TV de izlediğimde, bir kere daha anladım ve kendime teşekkür ettim. Büyük kongrede tek bir ağızdan kuvvetle vurgulanan ve Alevi, Sünni karmaşasını da kökünden yok eden, İslamın özü olan Ehlî i Beyt (aynı kökten) mesajıyla birlikte, yeniden yakılan kadim Kuvayi milliye meşalesinin ışığını da görmek, benim için mukaddes birliğin adına, mutluluğun da ötesiydi.
            Rahatlıkla iddia edebilirim ki, Sayın Haydar Baş, partisiyle birlikte artık yola çıktı ve gümbür gümbür iktidara koşuyor. Yurduma hayırlı olabilecek her teşebbüsün yolu açık olsun. Ki böyle olacağına bugün bir kere daha inandım. Gördüm ki, adam daha gelmeden güzergâhını çiziyor, hedefini ortaya koyuyor, projeleriyle matematiksel olarak da ikna edebiliyor. Ve en önemlisi, ne şiş yansın ne kebap tarzı yuvarlak siyasetçi jargonu kullanmıyor. Dostuyla düşmanını, daha doğrusu safını, daha iktidar bile olmadan – ki bu hiç alışıldık bir şey değildir siyaset dünyasında, hele de ülkemizde - yiğitçe ve ucuz siyasetçi formatında ikili oynamadan, açıkça ortaya koyabiliyor.
            Çoğunluğu mütedeyyin vatandaşlarımız tarafından büyük bir saygıyla dinlenen söylevinde Haydar Baş, yüce Atatürk’ün bilinmeyen İslami kimliğini de coşkuyla vurgulayıp ona dinsiz diyenleri lanetleyerek, Vatikan köpeği kâfirler olmakla itham ettiğinde, bilhassa da kadınlı, erkekli mütedeyyin izleyiciler tarafından dakikalarca ayakta alkışlanırken, belki de hayatımda ilk defa özünde, gerçek Ehli Beyt kokusunu aldığım böylesi bir İslam liderini dinlerken, gözlerimin yaşardığını ve bu duyguyu ilk defa tanıdığımı da, itiraf etmek zorundayım. Kongre sonrası bütün taraflı, tarafsız çoğunluğu da, eski solcu, sağcı ve liberal siyasilerden, deneyimli gazetecilerden oluşan izleyicilerin görüşlerini de dinleyebilmeniz, mümkün olsaydı keşke.
Ayrıca dünyayı ikna ettiği modeli, hanidir Rusya’da uygulanıyor ve bizler bizim olmayan bir hükümetle kendi vatanımızda sürünürken, Ruslar onun sistemiyle çoktan ulusça köşeyi döndüler bile. Asla sönmeyen umudum ise, bugünkü programı da izledikten sonra, sanki birden alev aldı. Benim reçeteyi size de tavsiye ediyorum. Sayın Baş'ı dikkatle izleyin, ruhunuza iyi gelecektir. Aynı bağlamda Haydar Baş, bugün İslam dünyasında sayıları gittikçe azaltılan ve yüce Atatürkümüzün de zamanında önerdiği ve özlemini çektiği, tüm İslam dünyasını Haçlıya karşı bir arada tutabilecek, gerçek İslam liderliğine de aday olacak istisnai bir kimlik de taşıyor. Şimdi soralım o zaman. Bu iş için başka da bir adayınız var mı? Tayyip Erdoğan mı demiştiniz ya da “şeyini şey edenlerin” cennet anahtarı, Amerikalı Vatikan vaizini mi önerecektiniz? Haydi, canım geçiniz, adamı güldürmeyin…

            Bu tespitlerimi, hiç bir partide aktif görev almayan, sadece Atatürk’ümden ötürü CHP ye ayrı bir parantez açan, ahde vefa yüklü, tutkun bir Atatürkçü ve ulusalcı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, tamamen bizatihen ve objektif kimliğimle yaptığıma inanabilirsiniz. Bu vasıtayla da Sayın Kılıçdaroğluna, Sayın Haydar Baş ile sıkı bir işbirliğini önemle tavsiye ediyorum. İnanıyorum ki, TBP çok kısa bir sürede tek başına iktidar olamasa bile, iktidarın anahtarını kesin olarak elinde tutan bir parti olacaktır, hem de çok yakında. Hatta olmuştur bile.

            Alzheimer’i önlemek için her gün bilmece çözmenize gerek yok. Önünüze koymaya çalıştığım bu kısa metrajlı empati filmi de bu amacı taşımaktadır. Arada sırada böyle kısa metrajlı filmleri, dimağınızı aktif tutacakları nedeniyle şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü beyin fırtınası da denilen şuur jimnastiği, aslında bu iş için biçilmiş kaftandır. Hatta işi daha da ileriye götürün ve tasavvur edin ki; tüm muhtevasıyla evreni yaratan, tanrı olarak betimlediğimiz muhteşem deha, acaba sahiden bizleri de yaratmış mıdır?
            Çünkü akıl taşıdığını bildiğimiz ve iddia ettiğimiz insan evladının, beş milyon yıldır yaşadığı bu kadar deneyimden sonra, yeniden ilkel çağlarına dönme temayülünün mutlaka, kendisine akıl denen mucizeyi bahşeden, bilinen tanrı dışında, daha farklı bir tezahürü ve ayrı bir yaratıcısı olmalıdır. Muhtemelen ileri uzay-zamanlardan günümüze yolculuk yapan atalarımız, kendi geçmişlerini simule etmek adına, tecrübe kobayı olarak bizleri yaratıp günlük yaşantımıza birbirinden zırva esprilerde katarak, farklı etkilere göstereceğimiz tepkilerimizi ölçüyor olsalar gerekir. Çünkü yaşam diye sürdürmeye çalıştığımız bu adaleti olmayan zırvanın, tanrısal başka da bir izahı ve bildiğimiz tanrıyla da bir ilgisi olmamalıdır.

            Şimdi dayanın arkanıza, bırakın kendinizi ve rahatlayın. Düşünün,  zevahiri kurtarmak adına Reyhanlı’ya da gitmek zorunda olan; ama mobil kıtalarını önceden yerleştirip uygun zemini oluşturmadan da, hayatta yola çıkmayacağından adınız kadar emin olduğunuz, çok sempatik(!) Başbakanınızın trajikomik ötesi stresine de bir empati oluşturuverin lütfen. Çevredekilerin, “burada 100 tane bile Reyhanlı bulamazsınız” diye israrla belirttikleri tek adam şov da, inanın ki o şovmen’in yerinde olmadığınızdan ötürü, çok daha rahatladığınızı hissedeceksiniz. Çünkü şu yaşadığınız an bile, çoktan unutmaya başladığınız dün gibi oldu bile, bırakın birisi bir başına, savurup dursun sayılı demlerini. İşte tüm unutulmaya mahkûm olanların dışında, bilinen ve bilinmeye çalışılan tek gerçek tarihtir. Bu nedenle de esasen tarih, bütün bilimlerin anası değil midir? Ayrıca, belki bizleri bile yaratmış olsalar, hiç kuşkunuz olmasın ki, atalarımızın (veya tanrımızın) da belgesel bir tarihi vardır.
  
            Denizciler zengin adamlardır aslında. Tanrı onlara denizleri vererek bolluk bahşetmiştir. Bunun kıymetini de bilirler. Çünkü karaya çıktıklarında sudan çıkmış balığa dönmeleri de bu yüzdendir zaten. Hissediyor musunuz? Biraz önce günlük yürüyüşümü yaptığım sahilden, bağrıma doldurup birlikte getirdiğim Karayel’i, bu satırlarımdan sizlerle de paylaşıyorum.

Vakit şimdi, yine özgürlüğe doğru yelken açma vaktidir artık. Teknem yok; ama işte ben de, karaya dönüp de içimi karartmak istemediğim için, denize karşı yapıyorum şuur jimnastiğimi, size de tavsiye ederim. Şayet deniziniz yoksa da, resmiyle de idare edebilirsiniz. Yeter ki, en azından Alzheimer’i geciktirmek adına, malum suratlara bakmak zorunda kalmayın. Ki siz onları çok iyi tanıyorsunuz artık...

Serendip Altındal

Video Kanalım

21 Mayıs 2013 Salı

KENDİ EKTİ KENDİ BİÇECEK..

Âdemoğlu bu, buğday da eker, ısırgan otu da. Başbakanın Obama turu, oysa ne de afili başlamıştı. Bol bol elense peşrevine rağmen, kendisine arzuladığı getiriyi sağlamadı ne hikmetse. Zira hiçte Libya ve Irağınkine benzemeyen Suriye meselesinde, hazım zorluğu çeken ve bel kemerinden aşağısı bayağı sıkıntıya giren Obama hazret, hele zoru da görünce, tipik sömürgeci Sam amca pragmatizmiyle, bizimkini kenara atıp Putinle kucaklaşıverdi bir anda. Bizim gardaşın çektiği elense de havada asılı kaldı.
            Ya işte böyle, büyük devlet olmanın avantajı yanında, büyüğü hababam küçültmenin dezavantajı da herhalde böyle bir şey olsa gerek, Tayyip kardeş. Yani sen şart koyacak durumda değil, ancak sana koşulan şartlara biat etmek konumundasın. Demek ki, toplum liderini, lider de layığını nasıl olsa buluyor bir şekilde. Bak bir şey daha öğreniverdin işte. Yalnız hepsi bu kadar değil, arkası da gelecek alıştıra alıştıra nasıl olsa ve onlarıda hazmedeceksin hiç merak etme.

            Yurda dönüp seyahatin mahmurluğunu da üstünden atınca, ak ile kara koyun, ağılın yolunu bulacaklar kendisi de onları saymaya başlayacak ister istemez. Şahsını yakın Suriye geleceğinde muhtemel (kâbusu olacak BAAS partisiyle de) çok daha kara günlerin beklediği gerçeğini de kaşıklayınca, hele de kanadı kırık, kumandana benzer kumandanı da kalmayan ve kumandanlığı başbakanlığa hiç benzemeyen TSK nın, iç açıcı olmayan durumunu da masaya yatırınca; Vallahi ben bir şey demiyorum artık.
Ama denebilir ki hani; eyyamcılık ateşinle emperyalistin Suriye kurgusuna balıklama dalınca, bak işte tek tabanca kalıp layığını buldun sonunda. Sadece Suriye’yi değil, vatandaşının kanıyla beslediğin ve sonunda acilen kurtulmak zorunda kalarak kanlarını ister istemez keseceğin, Suriyeli terörist tetikçileri de karşına alacaksın. Ya da kalan son saltanatın boyunca haraç vermeye devam edeceksin.
Pekiyi bu arada hangi orduya sırtını dayamayı düşünüyorsun. Yoksa polis elbiseli biberci oğlanlarına veya Suriye’deki haraç verdiğin çapulcularına mı güveniyorsun. Sen sen ol bir de o bozgunları yeme Allah aşkına. Sana değil; ama bu millete çok acırım. İstidadını da artık ezberlediğimiz üzere, bütün bu gelişmelerden sonra, seni de yakında büyük(!) devlet adamı siyasetine cuk oturan muhteşem bir U dönüşüyle, milli merkezde görürsem, inan ki hiç şaşırmayacağım; ama yerlerse tabii.

            Anlayacağınız Tarzan’ı çok daha zor günler bekliyor. Kendisini yapayalnız bırakan Amerikalı dostunun(!) üstüne üstlük, 19 Mayıs gelincik şenlikleri kayıtlarını da temaşa alanına yaydığını var sayarsak, gülsün mü ağlasın mı. Ceyni de bildiğiniz gibi, ondan da fazla bir yardım beklenemez. Gölgeden gölgeye gezinip duruyor sadece. Bizimkisinin işi zor ki ne zor. Güneydoğumuz ve Kuzey Irak merkezli Amerikan çöplüğünden temizlenmedikçe, Ortadoğu’ya huzurun asla geri gelmeyeceğini onurlu bir devlet adamı gibi beyan edebilecek bir durumda da değil ki.
            İşte abuk sabuk afaki işleri bırakıp, başımızda bunu haykırabilecek ciddiyette ve gereğine de noktayı koyabilecek kişilikte bir Başbakanımız olmadığı sürece de, ne yazık ki boynumuz kıldan incedir ve anayurdumuzda hep diken üstünde yaşamak zorunda kalacağımız da kesindir. Sonuçta 47 lerden itibaren başlayan çürüme ve bugüne kadar başımıza gelen bütün hükümetlerin günahıdır, bugün çektiklerimiz. Şayet tüm gelenler arasında adam olanlar çoğunlukta olsaydı, bugün bu yaban mantarları bitebilir miydi bu toprakta. Bir iki adam evladının dışında kalan parazitlerin topunun, Allah belasını versin.
Tek inandığımız gerçek ise, asil Türk Ulusunun başında görmek istediği, herhangi bir parti değil; ama her şeyden önce onurunu savunacak, yüce Atatürk’ün hamurundan yoğurulmuş, nitelik, nicelik ve kimlikte, adam gibi bir TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİDİR. Söyleyin o halde şimdi, başınızda böyle bir devletiniz olsaydı neler vermezdiniz. Onayladığınızı biliyorum. Demek ki haklıyım, değil mi? Ne var ki sözlerin bittiği noktadayız artık. 10 yıldır da anlatıyoruz; ama ne söylesek boş, daha nasıl anlatabilirsiniz ki, anlama istidadı olmayanlara. Yürü asil milletim kim tutabilirdi seni. Ve asla unutma ki, şerefsizlerden korktukça şerefsiz kalırsın…

Serendip Altındal



18 Mayıs 2013 Cumartesi

MİLLİ SOYGUNDAN MİLLİ EKONOMİYE..


RUSYA'DA RUSLAR YAŞAR!
Herhangi bir azınlık, Rusya'da çalışmak ve yiyip içip yaşamak istiyorsa “RUSÇA” konuşmalı ve RUS YASALARINA saygılı olmalıdır.
Yok, eğer Şeriat hukukunu tercih ediyorlarsa, o yasaların geçerli olduğu ülkelere gitmelerini tavsiye ederiz.
Rusya’nın azınlıklara ihtiyacı yoktur.
Azınlıklar Rusya’ya muhtaçtır ve ”ayrımcılık” için ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar, yasalarımızı değiştirmeyeceğiz ve onlara “ÖZEL AYRIMCILIK” tanımayacağız.
Bir ULUS olarak hayatta kalmak istiyorsak, Amerika, İngiltere, Hollanda ve Fransa tarihlerinden daha iyi dersler çıkarmalıyız.
Rus gelenek ve görenekleri, azınlıkların ilkel ve eksik kültürleriyle uyumlu değildir. Bu onurlu “Yasama Organı”  (DUMA) yeni yasalar çıkarmayı düşünüyorsa bu azınlıkların “RUS OLMADIKLARINI” dikkate alarak, öncelikle “ULUSAL ÇIKARLARI” göz önünde tutmalıdır! " (4 Nisan 2013 Duma konuşmasından – Vladimir Putin).

Bu konuşma üzerine Putin, meclisteki bütün milletvekilleri tarafından, ayakta beş dakika süreyle alkışlandı. Yukarda ki bilgiyi okuduktan sonra aşağıya devam etmek daha sağlıklı olur herhalde.

            Obama hazretleriyle buluşma sürecinde boy boy çekilen resimlerinde Başbakanın, yukarda Putin'in bindiği treni çoktan kaçırmış, uzatmaları oynayan eski bir topçu olarak, ilk bakışta göze çarpan ruhsal prangalı ezikliğine ve yurdundan binlerce kilometre uzakta sanki kırmızı kart görmüş kimliğine dikkatlice bakın. Allah kimseyi bu duruma düşürmesin dediğinizi tahmin etmek zor değil. Ayrıca bu ruhsal sendromu fark etmek için psikolog olmaya da gerek yoktur. Şimdi böylesine karaya vurmuş bir siyaset adamı, tarihsel rekorları paramparça eden 370 milyar dolarlarda ki dış borcunu unutup, 450 milyon dolarlık IMF borçlarını göstermelik ödediği için, gözü kulağı tıkalı yalakaların perende attığı ülkesine dönüp, mutat prompterlerin karşısına, yurt dışında zafer kazanmış kumandan klasiğiyle yeniden geçerek, bıraktığı yerden tekrar soymaya ve sallamaya başlayınca; "İyi de, normal bir insan ezilip, ufalandıkça, nasıl olurda bu kadar şişinebilir. Bu nasıl bir cinsiyet, nasıl bir türdür." Diyeceğiniz de kesindir artık.

            Bilgisayar, kimilerine göre de bigisunar denilen aygıta, güzel Türkçemizde verilecek en doğru ve evrensel isim, bilgitoplar olacaktır. Çünkü önceden toplanamayan bilgi, ne sayılabilir ne de sunulabilir. Ayrıca bu cihazın amacı da budur, önce bilgiyi toplasın ki, sonra onu değerlendirebilsin. Hele bilgitopların ekonomi-politik, sosyolojik, biyo-kimya, fizik, sağlık, gıda, enerji ve uzay bilimsel tüm geleceğimizin olmazsa olmazı olacağı anlaşıldıktan sonra; işte aynı bakış açımızı, kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu masalıyla, son yüz elli yıldır kanımızı emen klasik Kapitalist ekonomi anlayışına da uygulayabiliriz. Bunun için Amerikayı yeniden keşfetmeye de gerek yoktur ayrıca. Çünkü bugün, İbni Sina, Farabilerle, bizimkiler de dâhil olmak üzere, bütün dış dünya aydınları tarafından aynı değerde anılan, Prof. Dr. Haydar Baş'ın, emsalsiz Milli Ekonomi Modeli (MEM) vardır artık elimizde.
            Adam Smith'lerin, Keynes’lesin, Ricardo'ların vb. yıllarca kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sınırsız yalanlarıyla veya cehaletiyle, faizle semirmiş parayı, sadece kendisi mutlu olan bir azınlığın elinde toplayarak, uyuttuğu ekonomi dünyası, Kapitalist ve Sosyalist ekonomilerin iflasından sonra; kaynaklar sınırsız, ihtiyaçlar sınırlıdır diyen, faizi kaldırıp, insan kaynağı ve parayı tarihinde ilk defa ekonominin merkezine yerleştiren ve önce tüketiciye dağıtan, kümülatif milli refahı da rakamlarla ortaya koyabilen MEM ile nihayet aradığını bulmuştur. Hem de Çirkin Amerikalının artık kokuşmuş, çağdışı kalmış, sadece vur, kap ve kaçla ayakta kalabilen sistemiyle, insan içine bile çıkamayacak bir imaj erozyonuna düşmüş olduğu günlerde. Allah razı olsun, iyi ki varsın Haydar Baş. Putin Rusyası ve Dünyanın geri kalanı gibi, ben de yitirdiğim umudumu, sayende geri kazandım.

            Sistemi tetkik edip uygulanabilirliğine ikna olduktan sonra, bütün Rus ve Batılı aydınların müşterek reyleriyle Sayın Haydar Baş, Nobel adayı seçilmiştir. Böyle bir bilimsel Nobel adayına sahip olmak, bizim için de büyük bir iftihar kaynağıdır. Ne var ki, satılmış medyada bu haberleri asla okuyamazsınız. Ayrıca Orhan Pamuk gibi çakma romancılara, ihanet adamlarına edebiyat Nobel’i veren emperyalist liberalist artizlerin(!) de, Milli Ekonomi Modeline ilgi duyacaklarını beklemek saflık olur.
Rus ekonomistleri ve bilim adamlarının, ekonomiyi yeniden öğrendik diyerek hayranlıklarını dile getirdikleri ve Rusya’da Putin'in acil onayı ile hemen uygulanmaya başlayan MEM, mutlaka herkes tarafından okunmak ve benimsenmek zorunda olan bir eserdir. Zira geleceğin kendisidir. İnternetten PDF dosyasını bedava indirebilirsiniz. Haydar Baş veya kısaca MEM olarak aratsanız da yeterlidir. İsteyene ben de yollayabilirim. Sakın okuyup anlamadan, karar vermeyin. Dünya devi Rusya’nın, çoğunluğumuzun ismini bile bilmediği bir bilim adamımızın sistemiyle, çağ atlamaya hazırlandığı bir dönemde, bu konuyu işlemezsek özümüze ihanet etmiş olurduk.
Çünkü MEM dünyanın, bilhassa da sömürülen ulusları tarafından, tek çıkış yolu olarak boşuna kabul edilmiyor. Sistem, tüketici olmadan üretimin de olmayacağını vurgularken, en dar gelirli vatandaşlarını da asgari geçim endeksinin üstünde tüketici kılarak, arz, talep dengesi, adil milli gelir dağılımı ve sürekli istihdam yaratıyor. Ve bugün MEM, yüce Atatürk’ün, Cumhuriyetin ilk yıllarında dünya birincisi yaptığı tam bağımsız milli ekonomi modelinin, çağdaş koşullarda daha da geliştirilmiş ve bütün dünya tarafından da kabul görmüş bir modeli olarak karşımızda duruyor.
MEM para ve tüketim endekslidir. Öyle ya tüketimi olmayan bir üretimin kâr amacı olabilir mi? Sırf stok yapmak için hangi akıllı(!) üretim yapmaya kalkar ki. Olsa olsa bizim meşhur akiller(!) yapmaya kalkarlardı herhalde. Dolayısıyla önce devlet eliyle (emisyon, sosyal projeler, faizsiz kredi, dul yetim ve kimsesizlere maaş vs.) tüketici, tüketebilecek seviyeye yani ülkesinde kimseye muhtaç olmadan yaşayabileceği ve işsiz kalmayacağı bir yaşam standardına çıkarılıyor. Bunun içinde üretim ve tüketim dengesine, alarm verdiğinde müdahale edecek bağımsız ve objektif bir devletin olması gerekir. Sistemin ana prensibi budur aslında. Milli Ekonomi Modelinde devlet ve para sürekli olarak üretim, tüketim dolayısıyla da istihdam dengesini sağlayan iki ana unsurdur.

            Sadece kendi adıma, güllük gülistanlık bir bahçede mutlu, mesut gülüp oynayan MEM adlı çocuk, arkasında insan adlı şeytan-tanrının yeniden kazdığı ihtiras havuzuna düşüp boğulursa diye endişeliyim. Bu nedenle iyi niyet boşluğunu sinsice kullanacak, şeytan-tanrının şeytan kanadını, azami kontrol altında tutmak gerekince de, diğer sistemlerle benzer bir görünüm çiziyor ki, belki ilk bakışta aldatıcı olan da bu olacaktır. Ne var ki, kusursuz MEM, işin bu yanını da asla ihmal etmeyecektir.
Yeter ki sistem mükemmel olsun, herkesin karnı doysun ve en önemlisi de, ferdi GSMH uçurum farkları ortadan kalksın. Kazanan riski kadar kazansın, vergisini de kazancına göre ödesin. Yıllık yüz milyar (bugünkü koşullara göre) kazanç altının vergi ödemeyeceği, fertlerin proje karşılığı faizsiz devlet kredisi alacağı, emeğin saygın rekabete ve başarıya odaklanarak çağdaş gelişmeyi de sağlayacağı düşünülürse, herhalde cennetteyim diyesi gelir insanın. Ayrıca sistemin üstüne bir artıyı da, çürümeyi getiren beşeri ihtiraslara zemin bırakmaması koyuyor. İlave etmek gerekirse, senyoraj gelirlerinin hizmet olarak tekrar topluma dönmesi ve emisyon uyarlamaları, emek ve mal birikimiyle, her geçen gün artan arz ve talep döngüsü, kendi kontrolü altında olacak milli ekonomi, bağımsız ve hep büyüyen bir ulusal devletin garantisi de oluyor.
 İşte MEM bunları sadece vaat etmiyor, olurluğunu matematiksel formülleriyle de ispat ediyor. Belki de yandaş medyanın bu konuyu tabulaştırarak yok sayması da bundandır. Ama herşeye rağmen; milli menfaatlerini koruyan Ulus devletlerin varlığına tahammülü olmayan veya ulus devletlerin antitezi olan emperyalist Kapitalizm ortadan kalkınca, kendi kaynaklarıyla gül gibi yaşayan ve kendilerine yeten ulusların birbirlerine bakış açıları da değişiyor, sonuç ise ebedi barış oluyor. İşte bizim onaylamamız gereken asıl yenidünya düzeni de bu değil’midir?
Böyle bir sisteme, Wilson’dan (cemiyeti akvam mucidi) sonra, şimdi ekseni kaymış ülkesinde musluğun başında oturan, sapkın ve dünya hırsızı emperyalist Amerikalının sıcak bakması düşünülebilir mi? Böyle bir projeye, o da şayet haberleri olursa, olsa olsa uçurumun dibinde ki kendi vatandaş çoğunluğu sıcak bakar. Çünkü MEM, küçük bir azınlığı tarafından sürekli ezilen ve milli gelirden nasibini alamayan Amerikan vatandaşları için de yadsınamaz bir çıkış, belki de tek kurtuluş yolu olacaktır.

            Bu arada İbni Sina’yla, Farabi’yle vs. aynı çizgiye neden oturtulduğu, bilimsel araştırmanlığı yanında, geniş bir ilahiyat birikimine, tasavvuf tefekkürüne de sahip Haydar Baş’ın, son zamanlarda kuvvetle eksikliğini hissettiğiniz, sahtesiyle İslami duygularınız sömürülen ruhani boşluğunuzu doldurup, onaracak bir sicile sahip olmasından da anlaşılır. Bu bağlamda CHP ve Sayın Kılıçdaroğluna, MHP, İP, Merkezi Birlik, tutkun Atatürkçülüğü ve Milliyetçiliğiyle de büyüyen Sayın Haydar Baş ve partisiyle daha yakın, total merkezli bir muhalefeti, başlarındaki Okyanus güdümlülerden bir an evvel kurtulup acilen bağımsız kalabilmeleri ve milletim adına kuvvetle öneriyorum. Her halde yakın bir gelecekte, ne söylemeye çalıştığımız daha iyi anlaşılacaktır. İnşallah o döneme kadar daha fazla da kaybımız olmaz.

Serendip Altındal


13 Mayıs 2013 Pazartesi

ALTINDA KALIRSIN..

İnsanoğlu denen şeytan-tanrıyı bağlayan tek ortak nokta, yaşadıkça bir yanda hep kendisinin, karşı tarafta da daima diğerlerinin olmasıdır. Bu öz gerçeğe rağmen, her şey hatta başkan bile olmaya kalkabilirsiniz ülkenizde. Ne var ki o zaman, en azından diğerlerinden bir fazlanız olmalıdır. Bu fark ise, kendi kurgunuz ve psikolojik arızanızla kendi kendinizi inandırdığınız betimlemenin ürünü, bir fazlalık asla olmamalıdır. Mesela kendi işvereniniz olan Birleşik Devletler Başkanına da özenebilirsiniz; ama o zaman, en azından onun yetkilerinin nereden geldiğini, neler olduğunu ve nereye kadar yeterli olduklarını da bilmek zorundasınız.

Şöyle ki: 18 Yüzyıl Anayasasıyla kurulan Birleşik Devletler, halen de devam eden bir federe devletler topluluğu olarak kurulmuştu. Birleşik Devletlerde daha başından beri, özgün klasik bir Avrupa Ulusal Devlet geleneği yoktu ve hiç de olmadı. Federe Devletler topluluğu olduğu halde, bütün yetkileri federal devletlere bırakan konfederatif bir merkezi yönetim tarzı da yoktu. Federe devlet yetkileri federaller arasında eşdeğerde paylaşılmışken, her türlü, genel ulusal karar ve harcamalarda, Merkezi Hükümet tek karar merciiydi.
Cumhuriyetçiler ve Demokratlar olmak üzere iki temel partinin dışında kalan Sosyalist ve Halkçı vs. gibi Avrupa çıkışlı partilerin, genel ve başkanlık seçimlerinde ancak yüzde ikileri bile aşamayan bir etkisi vardır. Birleşik Devletlerde çok partili demokrasi sadece görünüşte vardır. Amerikan halkı, gerek eğitimsel geriliği, gerekse de geleneksel çok ulusluluğu nedenleriyle, Avrupalı Parti anlayışına sıcak bakmaz. Yani anlayacağınız, başına göre traş, saçına göre de tarak kullanılmalıdır Birleşik Devletlerde. 
Demokrat ve Cumhuriyetçi Partiler de aslında bizim bildiğimiz sosyal düşünce, inanç ve doktrin partileri değildir. Mevcudiyetlerinin tek nedeni, seçim endeksli, yani sadece seçmen kandırmaya yönelik kampanya odaklı bir yapılaşmadır. Bütün toplumsal, kamusal kararlar, kamunun (tüccar, sanayici, tarımcı, zenci, Yahudi, Katolik vs.) gibi farklı dil, din ve kültürlerden gelmiş vatandaş gurupları sözcüleri ve devletle arabulucuları tarafından ortak alınmış kararlarla yasalaşır. ABD için esas olan bu oyun, başkan da dâhil olmak üzere, bütün resmi ve kamusal kurumlar tarafından kurallarıyla oynanmak zorundadır. Yoksa Birleşik Devletler, birleşik olmaktan çıkarlar ki o zaman da ABD kalmazdı ortada. Ki ne de güzel olurdu, bizde rahat bir nefes almış olurduk.

Bu arada muhteşem(!) Başkanın (Süleyman) vetosu da, üçte ikilik bir veto ile para musluğunun başında oturan Kongre tarafından kırılır. Yani Birleşik Devletler Başkanı, Kral ve Başbakan pozunda; ama yüksek mahkemenin altında bir konumdadır. Yüksek Mahkemenin üstünde başka da bir karar mercii yoktur aslında ABD de. Bu sadece Birleşik Devletler gibi bir kampüs devletinin değil, bütün diğer devlet yapılarının da olmazsa olmaz mecburiyetidir. Bu kısa anımsatmayı satırladıktan sonra, on binlerce yıllık Türk Milleti geleneği mirasçısı, bugünkü koskoca ve kurulduğunda en çağdaş Anayasaya sahip Türkiye Cumhuriyetinin, hem de başında oturan bir vatandaş bireyi çıkıp da, hala bir kampüs federe devleti başkanının sanal yetkilerine özeniyorsa, bu husus ya cehaletine ya da başka bilmem nesine atfedilmelidir. Affedilmeyen ise, etrafında bu kadar danışmanı varken, hiçbir akil(!)’in çıkıp da kendisine bu bağlamda yol göstermemesidir. Oysa heveskâr aslında bilmez ki; şayet ABD senin muhteşem tarihine, kültür ve geleneğine sahip olsa, neler yapmaz, neler feda etmezdi.
Washington ve Jefferson'dan arta kalan “Avrupalı devletlerin işlerine müdahale edilmesin, onların Atlantik ötesine karışmalarına ise engel olunsun” mahiyetinde ki, ilk bakışta haklı görünen telkin ve gelenek mirası, ne yazık ki zaman içerisinde “Biz her ülkeye gerek gördüğümüzde müdahale ederiz” anlayışında bir emperyalist temayüle dönüştü. Zira artık gelenek, melenek, demokrasi, kokokrasi birbirine karışmıştı Amerikada, sonuçta bugün büyük sermayedarları ve ezoterik dernekleri tarafından güdülüyor Birleşik Devletler. Bir ifadeyle de, yılan yavrusu serpilip güçlenince, zehir dişini gösterdi artık.
Önceleri at hırsızı ve topraklarına kondukları sahipsiz, günahsız yerlilerin kafa avcısı, demiryolları yapıldıktan sonra da bol bol tren hırsızı yetiştirdiler. Bu konuları sıkça işleyen sayısız Hollywood filmiyle de, insanları uyutulan dış dünyadan, üstüne küfelerle de paralar kazandılar. Esasen Avrupa dışkısı çapulcular ve onların nesillerinden oluşan, millet ve devlet vasfı olmayan federe toplumlar kampüsünden, başka da ne olabilirdi ki. Çevrenize bir bakın, Birleşik Devletler ayarında, şirazesinden çıkmış başka da bir devlet var mı bu dünyada. Çünkü diğerlerinin tarihlerinden gelme millet ve devlet olma geleneği, asaleti vardır. Bu geleneklerini de sıkıca korumak zorundadırlar hiç şüphesiz.
Yoksa varlıkları kalmaz ortada. Esasen de Amerikalı öncü milyarderlerin palazlanınca ilk yaptıkları iş, harp fakiri Avrupa’dan asalet unvanları satın almak veya Avrupalı asillerle aile kurmak olmuştu. İşte bu Amerikalı meşhur federallerse(!) şimdilerde küresel Okyanusta yelken açıp takım halinde, en son filmleri olacak olan kara korsanı çeviriyorlar. Ne var ki deniz bitti ve de karaya oturdular artık. Son liman bir tek Ortadoğu kalmıştı ve şimdi de oraya yamanmaya çalışıyorlar anlayacağınız.

1946'lardan sonra, birinci Dünya Savaşından itibaren harp vurgunlarıyla da iyice semiren ve galipler safında yer alan Amerikan sermayesi, aslı rüşvet olan, Şeytani Marshall yardımı(!) kurgusu ile dışa açıldı. Önce milli eğitimimizin yerini alan, Amerikan eğitimi, arkadan da Unesco adlı çocuk masalıyla seçilmiş körpe beyinlerimiz, yenidünyaya transfer edildiler. Bize kalan veya bırakılan seçilmemişlerle(!) de ancak bu kadar idare edebildik. Zira neresinden baksanız, fazla işe yaramazların bize bırakılması, pahalı eğitimlerle yetiştirdikleri ajanların yurdumuza ihraç edilmesinden daha ekonomikti sömürgeci için.
 İşte akan paralarla da – bugün bizi sağan, kaynağı meçhul yabancı sermaye gibi - yavaş yavaş, önce geriye kalan büyük toprak sahipleri, milli tüccarları, sanayicileri ve bürokratları iğfal edilen ülkemizde, eşyanın tabiatı gereği, işbaşına gelen devşirme hükümetlerle de ne yazık ki, bu en kara döneme ister istemez getirildik. Yani bu günümüz, daha o zamandan kurgulanmıştı. İşte Menderesler de aslında beraberce sebep oldukları bu çürümeyi, yorumlayamadıkları için hayatlarından oldular. Yoksa bebekler, köpekler ve külotlar elbette ki onları mahkûm eden ana nedenler değildi. Ki o zamanlar en milliyetçi olan bizlerde bunlara itiraz etmiştik.
Bayar ise Masonluğu nedeniyle, esasen malı bir şekilde sessiz ve derinden götüren dernekdaşlarına destek çıkmak adına, tarafsız veya ikili oynamak zorundaydı. Nitekim ters Mehter yürüyüşüyle, bir adım ileri, iki adım geri giderek; ama ne ki, Vatikan desteğini de arkasına alarak, kimsenin kaçamayacağı sonu, kendi yatağında karşılamış oldu. Kim ne derse desin, 46-47 lerden itibaren, DP ile birlikte açıkça Amerikanın kucağına oturmaya başladığımız 60'lara kadar geçen süreç, bugünlerimizin tetikleyicisi olmuştur Cumhuriyet tarihimizde. Zira 60’dan sonra da, gelen gideni arattı, dikiş de tutamadık zaten ve halen de bu durumdayız.
Ne var ki tek öğrendiğimiz, bundan sonra Amerikalının elinden su bile içsek, mide fesadına yakalanacağımızdır. Belki de kısmen boşuna geçen yakın tarihin tek getirisi, bu kazanım olmuştur. Zira bu şaibeli eski dostun(!) sonunda Junior Bush’la başlayan süreçte, hanidir sallanan takkesi tamamen düşmüş, keli de çıkmıştır ortaya artık. Ve ülkemizde bu sinsi dost(!)’un başımıza ördüğü en son çorap ise, Suriye’nin üstüne kışkırtmak senaryolu lejyoner, zorunlu göçmenlerden sonra, şimdi de Reyhanlı bombacılarıdır. Ve işin en hazin tarafı,  birçok vatandaşımızın da patlamalarda tanınamayacak durumlarda hayatlarını kaybetmiş olmalarıdır. Ve saati geldiğinde ödenmek zorunda kalınacak hesap pusulası da, bayağı kabarmıştır artık.
Diğer yanda ise ülkeyi sözüm ona terk edeceği söylenen PKK çöplüğü, bunu neden yapsın ki, bu ülkenin tarihinde bile hiç görmediği bir hale gelmiş hudutlarını, yolgeçen hanına çevirip, hem de paşa gönüllerinin arzu ettiği gibi kaçak alım satımlardan, hayatlarında göremeyecekleri rantlar elde ediyorken. Burada aklımıza gelen soru ise, ülkede ki her rant olayının altında bir şekilde parmak izleri olan Başbakan ve avenesinin, bu rantlardan da bir komisyon(!) alıp almadıklarıdır. Zira ortada kabak gibi sırıtan durumun rengi budur. Biz söyleyelim de yorumu vatandaşa kalsın.

Amerikalıya noktayı koyalım artık: Ugly American’dan (Çirkin Amerikalı) kurtulmadan, sömürülen dünya milletlerinin iki yakası bir araya gelmeyecektir bundan böyle. Ne var ki, iyice semiren ve artık dünyayı da yutmaya kalkan emperyalist yılan, sonunda baltayı taşa vurduğunu anlamıştır. Tarihsel devinimin şaşmaz adalet dinamiği, kendi çaresizliğini ona da göstermiştir. Şimdi ise son dönemini yaşayabilmek(!) için, artık kendisini yutmaya başlamıştır. Şayet bunu başarabilirse, kendisiyle birlikte bütün dünya da dertlerden kurtulacaktır. Yoksa büyük kitleleri telef edecek yeni bir dünya harbi kaçınılmazdır. Belki de bu en elzem ve olmazsa olmaz, saf ve temiz yeni bir dünya insanı sayfası açmak adına da, son kurtuluş yolu olacaktır kim bilir.

Bundan sonra geriye doğru her söylemin, bizim için ağıt, diğerleri için de kına yakmaktan öte bir kıymeti harbiyesi kalmamıştır artık. Mademki geçmişe yönelik boşuna figanların bittiği noktadayız artık, o halde kazanç ve kayıplarımızdan ibret almış olarak, bizim için hayati önem taşıyan yakın geleceğimize, sol, sağ, orta, kenar veya neyse demeden, tek yumruk, tek yürek biran önce odaklanmak zorundayız, hem de çok acilen.

Serendip Altındal

9 Mayıs 2013 Perşembe

KALİTATİF YOĞUNLUK..

Vatandaş vatandaşın neredeyse, dost düşman demeden ümüğünü sıkacak hale geldi asil yurdumda. Birilerinin bu kaotik durumdan müthiş mutlu olduğu kesin de, zararı ise neresinden baksanız milletime yazılıyor. Milli harp potansiyeli yüksek Türk gücünü, dışardan zor kullanarak çökertmenin mümkün olamayacağı dersini iyi almış olanlar, tabiatıyla bunu, tarihte olduğu gibi bizi birbirimize düşürerek yapmaya çalışacaklardır hiç şüphesiz.

            Ağzı olan saçmalıyor. Birbirleriyle yarışan zırvalardan bilhassa İnternet üstünden en fazla yayılanlar, prim yapıyor. Aralarında neler yok ki. Hangi birini ciddiye alacağını vatandaş da bilemiyor artık. Şimdi bir de anti kanserojen bağışıklık sistemini çökerten preparatların İnternet üstünden - ne alınamıyor ki - elde edilebildiği söyleniyor. Bu konuyu ciddiye almak da gerekir. Çünkü evrenleri aslında ayrıntıların yönettiğini nasılsa biliyoruz.
            Anımsayın, bir zamanlar AIDS denen habis bir mikrop vardı. Ne oldu da, kasıp kavururken birden hızı kesiliverdi. Şimdilerde adı bile duyulmuyor nedense. AIDS mikrobunun da bir laboratuvar ürünü olduğunu, bizim Tatavlalı sağır Remzi bile söyler size. Hızının kesilmesi veya tamamen kontrol altına alınması da, mikrobunun daha üretim safhasında, panzehriyle birlikte üretilmesinde yatıyor olsa gerek. Çünkü kontrol altına alamayacakları herhangi bir hastalık mikrobunu üretecek evrensel bir çılgınlık riskini asla taşıyamazlar. Öyle de çakaldır bu uluslararası ilaç mafyası. Dolayısıyla da, kontrol altına almak zorunda kalınca da, hastalığı dünyaya yayarken yaptıkları bezirgân yaygarasını, panzehrini pazarlarken bilhassa yapmayacaklardır hiç kuşkusuz. Hasta nasıl olsa alacaktır eli mahkûm. Zira panzehrini de daha büyük bir yaygarayla satarlarsa, işin kokusu çıkar ve hiç kimse artık kendilerini ciddiye almaz, infial de oluşur sonra. Yani tatlı ticaret bitsin istemezler, ana nedenleri de budur aslında.
            İşte kanserde de durum böyle olmuştur muhtemelen. Önce, bağışıklık sistemini çökerteceksin ki İnternet üzerinden bile alınabilir ürünler bu işe yarıyorlar herhalde. Milletin her yanını kısa sürelerde habis urlar saracak. Sonra da hasta yatağına düşürdüğün bağışıklık sistemini, açıkça pazarlayacağın ve çoktandır hazırda tuttuğun panzehirle, yeniden ayağa kaldıracaksın. Yalnız kanserin durdurulabilmesi için de, habis urların tamamen temizlenmesini şart koşacaksın. Ne ala dünya değil mi? Hem cerrahi-tıbbi hem de ilaç sektöründe çifte kavrulmuş vuracaksın. Öyle ya, dünyanın geri kalan ve her alanda salt tüketim torbalarına dönüştürdüğün insan postunda ki koyun sürüleri yanında, tek uyanık sen değil misin nasıl olsa.
            Bölücüsüne silah satıp ayırımcılığı ütülerken, sonra da yardım ediyoruz antetli hümanist(!) masallarıyla devlet güçlerine de aynı silahları satıp çifte kavrulmuş yapan uluslararası silah mafyasına, Ortadoğu baharına pupa yelken dalıp günahsız insanları boşu boşuna telef olan ülkelere, iki yüz milyonun üstünde kredi kartı pazarlayan bankalar mafyasına da girmeye kalkarsak, işin içinden böyle bir iki sayfayla da sıyrılamayız.

            İşin bu tarafını bir kenara bırakalım. Dert bir değil ki. Başka uçuklar da geziniyor kafalarımızın üstünde nasılsa. Mesela bir de, diğer komşumuz Rusya ile savaşa girebilirmişiz, söylendiğine göre. Keşke girsek de; ama neden Rusya. Kapımızın önünde ezeli düşman Amerikalı bekliyorken. Bu arada, mikrop sektörü konusuna olduğu gibi, bu konuya da söyleyecek sözleri mutlaka olacaktır, bizim Tatavlalı sağır Remzi'nin. Size diyecekti ki; bu durumda, milletinin ezici ulusalcı yoğunluğu, Rusya ile herhangi bir husumeti aklına bile getirmiyorken, bir de harp etmesine, ülkenin kargaları bile güler. Rusya olsa olsa, başında ki emperyalist Amerikan uşaklarını biran evvel tasfiye etmesi bağlamında Türk Ulusuna, tıpkı İstiklal Harbi döneminde olduğu gibi arka çıkardı, hiç kuşkusuz.
            Çünkü düz mantık bunu gerektirir. Ayrıca bu konuda daha da etraflı ayrıntıları, Haydar Baş hocadan da öğrenmek mümkündür sanıyorum. Bakalım bu konuda o ne derdi size. Ama hiç şüpheniz olmasın ki; bu en açık doğruyu bile ters yüz etmek için, her türlü maskaralığı, şaklabanlığı, sahtekârlık, yalan ve zırvayı birbiri peşine sıralayarak kafalarınızı karıştırmaya çalışacaktır, satılmışların kendileri gibi satılmış medyaları. Zira köşelerine bakın, yazar(!) pozunda, kadınlı, erkekli artistten geçilmiyor, yandaş medyanın TV, gazete, magazin, mecmualarıyla vs. tüm birimleri. Diğer taraftan objektif Amerikalı aydınlar bile kalkıp, "Erdoğan hükümetinin uyuttuğu Türkler ateşle oynuyor, Güney hudutlarını, taşeronu PKK ile bizatihen CIA ajanlarına terk etmiş durumdalar" diyorken, biz de kalkmış nelerden bahsediyoruz, değil mi dostlar.

            Devletinin, yasam koyucu, yürütücü erklerinin iflas ettiği, Başbakanı'nın bile,  ülkesine sızmaya çalışan Suriyeli vatan haini CIA uşaklarınca, ön ismiyle çağırıldığı, teröristlerin bile işgal kuvveti edasıyla, silahlarıyla boy boy poz verdiği, milliyetçi komutanlarının, aydınları'nın deliğe atıldığı ve can düşmanları tarafından daha fazla da aşağılanamayacak bir ülkede, bizde oturmuşuz, Dede Korkut masalları anlatmaya çalışıyoruz, vatandaş dediğimiz muhterem seyircilere herhalde. Ne dersiniz.
  

§ Türklerin Menşei, Teşekkülleri ve Tarzı
Türk milletinin her kişisi, birtakım farklarla ve fakat umumî surette birbirine
benzer. Bazı yapılış farklarını ise tabiî bulmak lâzımdır. Çünkü Mezopotamya, Mısır
vadilerinden başlayan malûm tarihten evvel Orta Asya, Rusya, Kafkasya, Anadolu,
dünkü ve bugünkü Yunanistan, Girit, Romalılardan evvel Orta İtalya, velhasıl
Akdeniz sahillerine kadar yayılmış ve yerleşmiş ve bu başka başka iklimlerin tesiri
altında, başka başka cinslerle binlerce sene yaşamış, kaynaşmış bu kadar eski ve bu
kadar büyük bir insan cemiyetinin bugünkü çocuklarının tamamı tamamına
birbirlerine benzemeleri mümkün müdür? Her zaman, her yerde, küçük bir aile
çocuklarının bile tamamen birbirine benzemeleri vaki değildir. Türk kavmini, yalnız
bir noktada, iklimi aynı dar bir mıntıkada belirmiş zannetmek doğru değildir. Türk
kavmi yukarda söylediğimiz gibi, çok büyük bir sahada vücut bulmuş ailelerin
birleşerek Sop (Klan) ve Sop'ların birleşerek Boy (Kabile) ve Boy'ların birleşerek Öz
(Aşiret) ve Öz'lerin de birleşerek El (Medine) ve en nihayet El'lerin bir merkezde
birleşmeleriyle büyük bir camia vücuda getirmiştir.
Bu büyük Türk camiasını terkip eden unsurların mahiyetleri arasındaki fark büyük
olmamakla beraber, menşein (kaynağın) vüs'ati (büyümesi), nüfusun kesreti (çoğalması) düşünülünce Türk kavimlerinin aralarındaki manevî rabıtanın gevşek olması ve muhtelif namlarla, muhtelif roller
oynaması tabiî görülür. Bu sebepledir ki tarih, hadiselerini yazdığı kavimleri
nerede, nasıl ve ne namda tanıdıysa o surette yazmıştır.
Böyle olmakla beraber bugünkü Türk milletinin esası aynı menşein, aynı azîm
müşterek mazinin tespit ettiği muayyen tiptedir, Türk tipi...
Bu son sözlerden anlaşılıyor ki Türk milletini yapan insanların tarihleri birdir.
Türk milletinin müşterek görünen bir hali daha vardır. Hakikaten dikkat olunursa,
Türklerin aşağı yukarı hep ahlâkları birbirine benzer. Bu yüksek ahlâk hiçbir milletin
ahlâkına benzemez. Ahlâkın, millet teşkilinde yeri çok büyüktür, mühimdir. Bu
ehemmiyeti iyice anlamak için, ahlâk hakkında birkaç söz söylemek fazla olmaz.
Ahlâk dediğim zaman, ahlâk kitaplarında yazılı olan nasihatleri murat etmiyorum
zira ahlâklılık diye yaptığımız işler ve yapmaktan sakındığımız işler; kitaplarda
yazılı olan veya birtakım ahlâk hocalarının tavsiye ettikleri şeylerden daha evveldir
ve o sözlerden, o nasihatlerden ayrı olarak, onlara asla kulak vermeyerek insanlar
tarafından yapılmaktadır. İş, nazariyatın hakimi, amiridir. Ahlâk kaidelerinin nasıl
yapılması lâzım geleceği, ahlâklılık olduğu anlaşılan işler görüldükten, tecrübe
edildikten sonra anlaşılır.
Bir iş, her nereye ait olursa olsun insanın kuvvet kullanmasını, yorulmasını
muciptir. İnsanlar, mecbur olmadıkça kendilerini yormak istemezler. Hâlbuki bazı
işler vardır ki, kendiliğinden insana, onu yapmak için derunî bir arzu. bir temayül
ilham eder, o iş şayanı arzu olur. İşte ahlâki işler, aynı zamanda hem mecburî ve
hem de şayanı arzu olan işlerdir. (Medeni Bilgiler - Mustafa Kemal)

            Yukarda Mustafa Kemali de okuduktan sonra, en iyisi titreyelim ve özümüze dönelim. Tarih öncelerinden beri bizi biz yapan kimliğimizle yeniden kucaklaşalım. Biz torba ümmeti değiliz. Millet olduğumuzu hatırlayabilmemiz için bizim harplere ihtiyacımız vardır. Zira kanımız ulusal bağımsızlık harpleriyle beslenir, ancak o zaman tek yumruk oluruz. Çünkü biz Türküz, o halde kimliğimize biran önce dönelim Emmioğullarım.
            Herifçioğlunun mademki anaelimizde (Anavatan) gözü vardır ve kapımıza da gelmiştir o zaman işi bitmiştir. Cesareti olmadığı için, kendi yerine köpeklerini üstümüze salarak bizi içerden ayrıştırmasını beklemeyelim. Artık meşru sathı müdafaa hakkımız da doğmuştur esasen. Atatürk olsaydı bir an bile yeterinden fazla beklemezdi. Aşağı doğru tek yumruk halinde yine bir uzanalım derim ben. Ne var ki doğru adreslere. Önümüzde de kim kalırsa kendi sorunu olur dostlar.

            Ve anımsayalım da lütfen. Şayet Rus silahları olmasaydı, bazlama süngülerle mi kazanacaktık yedi düvele karşı İstiklal savaşımızı. O halde kime elimizi uzatacağımızı bilelim, dost ve düşmanımızı da iyi teşhis edelim, gaza gelmeyelim. Köy Enstitülerimizin kapatılarak Marshall yardımlarıyla birlikte Amerikan eğitiminin, milli eğitimimizin yerini almasının günahını, haksız yere Ruslara yazmayalım, hem de baş günahkâr kapımıza kadar dayanmışken. Yüce Atatürk kimden ne alacağını bilirdi. Rus tarım uzmanlarına yaptırdığı iki senelik bir çalışmayla ortaya çıkan, yanlış hatırlamıyorsam iki ciltlik Anadolu Toprak Reformu, hala tozlu arşivlerde çürümeye terkedilmiş yatıyor. O halde arkamıza gerçek dostlarımızı alalım. Koynumuza yılanları değil.
Şayet Ruslara kapılarını kapamış olsaydı, Osmanlı enkazıyla harp kazanabilmemiz mucize bile olamazdı. Onların silahlarını, mühimmatlarını, gıda yardımlarını ve paralarını aldı. İstese yüzde yetmişi Rusya’da ki Türklerden oluşan Sovyet ordularından asker yardımı da alabilirdi. Askerin her zaman beraberinde başka sorunları da getirdiğini çok iyi bildiği için bunu yapmadı. Sistemlerini ise kendilerine bıraktı.
            İyi ki de böyle yaptı. Kendi Cumhuriyeti hala ayakta ve ebediyete kadar da kalacak. Onların Sovyetleri ise çoktan tarih oldu. Atatürk bir gerçek LİDERDİ.  Çevrede ki çakma liderlerden değil, o kendine özel bir taneydi. Çünkü onun adı Mustafa Kemaldi. Halen de yaşıyor olsaydı; hiç şüphesiz ilk önce, başta Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Suriye, İran, Irağın bağımsız kanadı, Pakistan, Hindistan ile acilen bir Federasyon kuralım der ve yapardı da. İran’da ki çakma şeri düzenin de, yakın bir gelecekte nasılsa tarihin kara deliğinde yok olmaya mahkûm olacağını da söylerdi hiç kuşkusuz. Zira çok iyi bilirdi ki, tarihsel devinimin insafsız kılıcı da eninde sonunda kendi kınını bulacaktır. Ee şimdi söyleyin bakalım böyle bir Federasyon kurulsa fena mı olurdu ve bu güce karşın kimin bir itirazı olabilecekti ki. Hem de hala bile buna vakit varken…

Serendip Altındal


1 Mayıs 2013 Çarşamba

KAFAYI YEDİLER ARTIK..




Şeriat ı Tayyib’i, halk korkusundan artık iyice kafayı yedi anlaşılan. Beni halk getirdi demeyi biliyorsun! Öyleyse halkla gitmekten neden korkuyorsun! Seni getiren halkla gitmek acıtıyor mu yoksa. Yapacağın bir şey yok artık, adam olsaydın. Çünkü Türk Ulusu savaşmadan keybedene asla adam demez. Derse özüne aykırı gelmiş olur. Hele de vatan satana mezar yeri bile vermez toprağında. Şimdi burada, öncelikle ve direkt olarak AKP li aveneye mesaj verilmesi gereği doğmuştur:

AKP liler daha fazla gecikmeyin, zira çok yakın bir gelecekte,  istifalarınız da artık sizleri kurtaramayacaktır. Çünkü tarihin, ergime noktası kavramı tanımayan acımasız potasında eriyişiniz, Mendereslerinkine de benzemeyecek gibi görünüyor. Malı yeterinden fazla götürmüşken, artık yeter demesini bilin, yoksa elinizdekileri de kaybedeceğinizden geçtik, bu milletin sırtından yiyip içtiklerinizi de çıkarmak zorunda kalacaksınız gibi aleyhinize gelişiyor, giderek gündem. Haberiniz olsun.

Belki de en AKİL(!)  tek çıkış yolunuz, bir an evvel başınızda ki, muhtemelen de kaderiniz olacak, aslında sizlerin de tasvip etmediğiniz Amerikan kuklalarına, tekmeyi bizatihen basmak ve kendi parti içi revizyonunuzu yapmaktır. Ne dersiniz? Unutmayın ki, Türkoğlu’nun vatanını, kanı pahasına da elinden almak mümkün değildir.

Zira Türk Ulusu, Amerikan kovboy filminde, üç beş sığır çobanının güttüğü sığır sürüsüne benzemez. Ayrıca 150 yıldır uyuttukları, içi boşalmış tüketim çuvalı Amerikan halkına da benzediği söylenemez. Biz uyaralım da. Yakında bunun böyle olduğunu, onlar da tekrar anlayacaklardır nasıl olsa. O zaman biz de onların sayıyla mı verilip verilmediğine bakmayacağız herhâlde. Yeter ki içi kokuşmuş hallerine bakmadan üstümüze gelmeye devam etsinler.

Mademki böyle, şimdi gelin o zaman, bizi özümüze bağlayan, özgür, kadim Türk evladını dünyada biricik yapan ve dimdik ayakta tutan, o mukaddes mısraı hep birlikte tekrar söyleyelim.

HAKKIDIR HAKKA TAPAN MİLLETİMİNDİR İSTİKLAL…

Serendip Altındal