27 Şubat 2013 Çarşamba

ETNOKRASİ (???)

            Bugünlerde etnik(!) takıntılar ne hikmetse moda oldu. Misak ı Milliyecimiz bile eline kalemi veya klavyeyi aldığında, adına etnisite denen çoktan demode olmuş bu laf ı güzaf’a dokunmadan edemiyor. Sanki somut konumuz azmış veya kalmamış gibi, bu derisi çatlamış eski göçebe otağı davulunu, hababam çalıp duruyor. Allahtan yanında bir de çergi klarneti üflemiyor. Bu icraatı uygularken de, ne yazık ki aslında sömürgeci devşirmesi bölücü eşkıyanın tuzağına düştüğünü idrak edemiyor.
            Hepinizin aslı, esasen Türk değil mi? Daha yolun başında, ihtişamınızdan korkanlar, size gücü yetmeyenler, birliğinizi bozarak sizi kolayca yutabilmek için, beyliklere dönüştürmediler mi? Onbinlerce yılın somut tarihinden, belge ve bulgularından, hala gerçek Türk varlığınızı bulup çıkaramadınız mı? Hala mı onu sorguluyorsunuz behey gafiller.
            Toplumumuza sinsice monte edilmiş bazı asosyal parazitlerin asıl amacı, etnisite palavrasını, ‘Ben kimim’ diye sorgulamasını bekledikleri, hedeflenen amacı göremeyen içimizde ki safdillerin(!) ağızlarına pelesenk yapmak, dolayısıyla da yurdumuzda paradoks haline getirmektir. Arkadan da anayasal sorgulamalar ve yeni uyarlamalar gelir ki, ondan sonra "Güle güle milli birliğimiz" demekse artık kaçınılmaz olur.
            Sert önlemler almak istediğinizde de artık çok geç kalmış olur, kendi elinizle değiştirdiğiniz anayasanızı ihlalden, uluslararası arenada haksız duruma düşer ve bölücülerinizi resmen haklı ilan etmiş olursunuz. Bu heriflerin ve karıların bütün uğraşları, bu doğrultuda akıp gitmiyor mu, bu bağlamda gündem(!) oluşturmuyor mu? Küreselci emperyalist, aynı nedenle bu güruh’a sınırsız ödemeler yapmıyor mu zaten. Böyle bakınca da birliğimizi yok etmek üzere angaje edilmiş bu kimliksiz ya da çakma kimlikli paçavralara, akil insanlarımız oyunlarına geldikçe de, başarısız oluyorlar diyebilirmiyiz? Hele de eskiden düşünüyor’muydunuz böyle saçmalıkları anımsayın.
            İş bir kere böyle ahmakça sorgulanmaya başlarsa, arkası kolay gelir. Bu hastalık bir kere yayılırsa, tut tutabilirsen. Eline bayrak alan yola düşer, şakayla başlayan, önce kaotik eyyamcılığa, sonrasında da içinde boğulacağımız lağım çukuruna dönüştürür vatan dediğimiz tek varlığımızı. Yoksa Etnokrasi(!) adlı muhayyel bir devlet formu hayalini mi kuruyor acaba böylesi fantastlar. Bak bu da Demokrasi kavramı üstüne daha da iddialı yeni bir zırva olur ki, patent hakkımı isterim o zaman.
            İşte tam da bu noktada, bir empati çağrısı yapmak elzem oldu bana. 3 yaşında ki torunumu yuvadan getiren servisi karşılayarak kendisini kucağıma alıp öptüğümde, servisin camlarından bana sevecen veya kayıtsızca bakan çocukların arasında, kindar ve kızgın bakışlara da rastlıyorum. Bu küçük gözlerin sahipleri, ne yazık ki çok ihtiyaç hissettikleri aile sevgi ve ilgisinden nasıl yoksun büyüdüklerini, kıskanç bakışlarıyla o kadar açık ortaya döküyorlar ki. O çocuklara çok acıyorum aslında. Belki bizdeki etnokratların(!) asıl dertleri de budur; belki de bir aile sevgisinden mahrum büyümüşlerdir kimbilir? Tek tek isimlerin üstünde durmaya hiç gerek yok. Çünkü isimleri ve ne oldukları hiç önemli değil. Önemli olan bizden olmadıklarıdır.

            Ulan kim diker Çerkez’i, Kürt’ü, Laz’ı, Gürcüyü, Abaza’yı vs. diye sorgulamalı bizdeki etnikçiler aslında. Şayet üstümüzde Türk Ulusu şemsiyesi açılmasaydı, adamdan bile sayılamazdık bu dünyada. Unutmayalım ki, hepimiz sadece Türk Ulusunun ve onun payitahtı yüce Türkiye Cumhuriyeti vatanının bir vatandaş bireyi olabilmiş isek ancak, beşeri özgün ve saygın bir varlığa sahibiz demektir. Öyle ya varmı başka bir resmi kimliğiniz, kelle kâğıdınız.
            İşte amaçlanan da, aslında kimlik aidiyetimizin elimizden alınmasıdır. O zaman başta kimliğimiz olmak üzere, hiçbir varlığımız da kalmayacaktır. Yoksa özlemini çektiği bu mudur? İçimizde ki gafillerin, kuş beyinli karacahillerin. İşte Atamız da bunu söylemeye çalışmıştı bizlere. Türk değilseniz bile iftiharla Türk olun ve öyle de kalın. Çünkü Âdem’in bile babası ve Allahın askeri olan Türk’ün sırtı yere gelmemiştir ve asla gelmeyecektir de bu dünyada. Türk’ün Toprağı, beşeri aşağılık komplekslerinin, insanı sıkan harici etkilerin yansıması olan rüyalarında bile, onurlu başı hep yukarıda kalan, adil, erdem sahibi ve mangal yürekli insanların vatanıdır. Bunun kıymetini çok iyi bilelim.

            Rahmetli Atatürk’ümüzün günahı neydi. Kimseyi aşağılamadı ki Türk demekle, bilakis yüceltti, adam sınıfına soktu. Esasen ümmet kimliğinizle, 600 yıldır yeterinden fazla aşağılanmamış’mıydınız? Şayet yüce Atatürk de bu aşağılanmayı size layık görseydi, elini bile sürmezdi ki zaten yok edilmiş KİMLİĞİNİZE. Geçiverin de aynalarınızın karşısına o halde, seyredin içlerinde belki de kendinize yakıştırdığınız çakma kimliklerinizi. Bakalım o zaman kendinize acımayacak’mısınız? Ve sokun lütfen o çitlenbik beyinlerinize artık, ancak TÜRK seniz varsınız…

                                                                                  Serendip Altındal


22 Şubat 2013 Cuma

YÜCE İNSAN..


    Beni varlık saydın. Özümsün dedin, bağrına bastın. Kimlik verdin. “Bu dünyada özgün birey ol” dedin. Adam ettin. Hani beni bir doğurmadın. Bırak şerefsizler, Sevr bakiyesi devşirmeler, kadir bilmezler, ne zırvalarsa zırvalasınlar.
    Sen benimsin ve benimle ebede intikal edeceksin…
     
    Yüce insan!
       Nurlar içinde güvenle yat sen
       Her halükarda, medyun u şükranım sana ben
       Yoktur bunun sağı, solu
       Ben kim’miyim?
     TÜRK ULUSU…

                                              

18 Şubat 2013 Pazartesi

O DAĞ ÇİÇEKLERİMİZ..

            O dağ çiçekleri, şimdi terörist mi oldular? HAYIR, ASLA! Sağlıklı bir başlangıç yapabildikleri için, çoğunlukla mümtaz aileler kurup, genellikle okumuş saygın vatandaşlarımız haline gelen çocuklar yetiştirerek, bizimle aynı haklarda özdeş ve bu yüce vatan’ın birlikte sahibi oldular. Türlü nedenlerle DAĞ ÇİÇEKLERİMİZ olamayanlarsa, sürüden ayrılmış kurtlar gibi, onları kapan sömürgeci sırtlanların elinde kaldılar. İstemeden de olsa, körpe beyinleri ve saf kanları zehirlenerek, bir zamanlar sahipsiz büyüdükleri dağlarda, bugün ise açamadan birer birer koparılmakta olan yaban çiçekleri yetiştirdiler.
            Yeni yetişen genç öğretmenlerimizin yastık altı kitabı olarak kabul edilmesi gereken, Atatürk’ün Güney Doğuda ki eğitim misyoneri, Sıdıka Avar’ın DAĞ ÇİÇEKLERİM adlı kitabından yaptığım aşağıda ki alıntıları, genç ve idealist yeni öğretmen namzetlerimize ithaf ediyorum. Şayet bu kitabı okurlarsa, her şeyini bütün özü ve doğasıyla, hiçbir ayrım yapmadan, kaderine terk edilmiş bütün Güney Doğu Anadolu kızlarının eğitimine adamış, yokluk ve çaresizlik içinde olanlarının, bitlerini bile elleriyle ayıklamış ve emsaline çok ender rastlanır idealist bir öğretmenin, efsane kabul edilebilecek yaşam öyküsünü öğrenmiş, olacaklardır. Aynı bağlamda, idealizm’in aslında ne olduğunu, onu iman edip yaşamadan, sadece Internet kafeler’den, Facebook’lu, Twitter’li vs. tablet PC lerden alınabilecek bir meta olmadığını da anlayacaklardır.
            Her devirde olduğu ve olabileceği gibi, o dönemde de mevcut olmuş dirayetsiz devlet memuru ile adam gibi adam olanlarını da birbirleriyle kıyaslayabileceklerdir. Sevilen ve sevilmeyen, özellikle de şimdikiler gibi isyana bile çanak tutan, devlet adamları arasında ki farkları da, canlı örnekleriyle irdeleyebileceklerdir. O dönemde, bugünkünden pek farklı olmayan ilkel bölge insanlarının, siyaset ve siyasetçiye hangi gözle baktığını, ondan aslında ne beklediğini, daha bir derin yorumlayabileceklerdir.     
            Aydın yuvaları olan Köy Enstitülerimizin ışıklarının söndürülerek Anadolu’muzun, yeniden toprak derebeylerinin çağlar ötesi karanlığına gömülmesi defin ruhsatı da, DP döneminde imzalanmıştır. İdealist Avar’ın, partili olmadığı ve herhangi bir iktidardan da en ufak bir menfaat beklemediği halde – ki bekleseydi, kendisine yapılan vekillik teklifini reddetmezdi – önceden bilemeyeceği, aslında toprak Ağaları’nın ve İrtica’ın hükümetinden bile, ne kadar umutvar oluşunun, böylesi iyi niyetli bir öğretmen için, nasıl da tipik bir örnek olduğunu da anlayacaklardır.
            Hatta o dönemde daha medeni ve insancıl olduğu görülen Amerikalısı’nın bile, artık otokontrolünden çıkmış parababaları’nın hırs ve ihtirasları nedeniyle, bugünkü emperyalist sırtlana nasıl dönüştüğü hakkında da belki fikir sahibi olabileceklerdir. Böylece idealleri doğrultusunda, bu kitapla yeni ve özümsel, yaşanmış tecrübeler kazanacaklarına olan inancımı da belirtmek istiyorum.

            Oysa sadece 200 ışık yılı uzağımızda gerçekleşebilecek bir süpernova’nın bile, adına insanlık dediğimiz bütün beşeri dünyamızı, bir kibrit alevi gibi söndüreceği bir âlemde, aslında nefes alabilmemizin bile ne kadar tesadüflere bağlı olduğunu, ne hazindir ki düşünemiyoruz. Daha geçen gün Çernobil’e gök taşları yağarak birçok canı alırken, sadece eteklerinde ki taş parçacıklarını, Newton amcamızın hesaplarını teyit edercesine, bize teğet geçerken üstümüze savuran Android, şayet bizatihen bizi ziyaret etmeye kalksaydı, bugün bunları yazışabiliyor olabilirmiydik acaba. Lütfen biraz da bunları düşünelim ve tüm ihtilafları elimizin tersiyle bir kenara itelim. Zira ağzınızla göktaşı da yakalasanız, geleceğiniz asla garanti değildir efendiler, hanımefendiler...

§   TEFTİ
                Dağ Çiçeklerimden ikisi: Fatma Egün ve Sultan Öz, okula geldiklerinde
okulumuz üç vilayetin valileri, milli eğitim müdürleri ve 4. Umum Müfettişliği tarafından ayrı ayrı teftiş ediliyordu. Bakanlık müfettişleri de ayn. Bir gün Bingo! Valisi Sayın "Şahinbaş" gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali Bey sordu:
- Kürt kızları bunlar mı? Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, gittikçe de hainleşti.
- Tunceli'nin Türk kızları efendim. Vali Bey devam ediyordu:
- Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla ödediler. Ben sözünü kesmek isteğiyle,
- Aman efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli...
 - Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler böyle hareket ederseniz... Sözünü kesmek için bir İki defa karıştıysam da o devam etti:
- Hükümet çok kuvvetlidir. Hepimizi yok eder!
- Beyefendiciğim, öteki sınıflara lütfen teşrif etmez misiniz? Çayınız da soğuyor... Diye kapıyı açtım. Ondan sonra bir iki enstitü sınıfında ve müdür odasında ikramlarda bulundum, çalışmalarımızın hedefini anlatmaya uğraştım. Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu sorulan soruyorlardı:
- Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar?
- Neden "Kürt" diye hep hakaret ediyorlar?
- Neden Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?
- Hani siz "hepimiz Türküz" diyordunuz? Bu acı dolu soruların sonu gelmiyordu.

FAY Kirby
                Mr, Moor'un okulumuzun hususiyetini anlatması Türkiye'deki Amerikalıların merakını uyandırmıştı, o zaman Arnavutköy Kız Koleji’nde öğretmen olan Bayan Fay Kirby okulumuza gelmek İçin müracaat etti. Okulun çak sıkışık olduğu, kendisine bir oda ayıramayacağımız bildirildiği halde seyahat yatağının sığabileceği her yerde yatabileceğini bildirdi. Milli Eğitim Bakanlığından kendisine izin verildi, bize de misafir etmemiz emredildi.
İbrahiman'a giden kese yol Simsar Köyü'nden geçer. Kirby'nin telini alıp gece 2'de istasyona karşılamaya gittim. Başında kırmızı bere, bej bir palto, kürklü kocaman pabuçlar ve sırtında bir hamal yükü' kadar büyük çanta ve yatağı ile vagon penceresinde.
- Helo Miss Kirby!
- Helo Mrs. Avar!
- Welcome to Elazığ.
- Hoş bulduk Mrs. Avar. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Okulda ona hazırladığımız revirdeki yerine getirdik, Bizimle 22 gün yaşadı. Çocuklarımızdan bizim halayları öğrendi. Birçok yerli ailelere götürdüm. Birçok kurslar gezdik. Bu arada, Marshall Planı gereğince yapılan yollardaki makinaları işleten birkaç Amerikalı teknisyen ailesi de Elazığ'da idiler. Bizi yemeğe davet ettiler, gittik. Ben çocukları ve kitaplarıyla meşgulken büyükler aralarında konuşuyorlardı. Onlar amelenin tembelliğinden, görgüsüzlüğünden dem vururken Kirby şöyle cevaplıyordu.
- Siz en aşağı, cahil tabaka ile temastasınız. Ben kolejde en şımarık, en dejenere insanları tanıyorum. İkisi de halis Türk ailesi değil, asıl bizim tanımadığımız muhafazakâr, örf ve ananesi bozulmamış Türk ailesidir. Bu klasik ailelerin terbiyesi çok derindir, saygı ve nezaketi onlarda görmek lazım.
Bunu bir Amerikalı kanaati olarak dinlemek insana gurur veriyordu. Misafirimiz şerefine bir çay ve folklor gösterisi tertipledik. Buradaki Amerikalıları davet ettik. Harput'ta ve oradaki kolejde çalışırken ölen Amerikalıların mezarlarını ziyaret ettik. Müdür odasında arkadaşlarla sohbet esnasında daima garp ve Amerikan hayranlığından bahsedip bizi küçümseyen bir arkadaşa çok güzel bir cevap verdi.
- Siz tarihi olan, mazisi olan, adet ve ananeleri çok güzel olan bir millete mensupsunuz. Siz kendi çerçeveniz içinde çok büyüksünüz. Böyle garpçı olursanız küçük olursunuz. Maymundan farksız olursunuz.
- Bu cevabı çok beğendim. O arkadaşa tesir etti mi acaba?
Gece yarısı giderken bütün yatılı öğrenciler kalkmış, onu "güle güle!..." adlı okul şarkısıyla uğurluyordu. Birçokları ona hazırladıkları manileri hediye etmişlerdi. Bundan çok mütehassıs olmuştu. Kirby trende ayrılırken:
- Eğer âdetimizde el öpmek olsaydı, bu dünyada yalnız sizin elinizi öperdim, dedi,
1950 - 1951'de Amerika'ya gidişimde beni New York' ta buketle, Waşington'da kendisi karşıladı, ablasıyla tanıştırdı. Göremeyeceğim yerleri gezdirdi. İki sene sonra yine Kirby arabasıyla geldi ve Köy Enstitüleri konusunda araştırma yaptı. Birçok köy ve kazalara çocukları beraber götürüp teslim ettik. Aradan ne kadar geçti bilmem, Mrs. Kirby bana 380 'küsur sahifelik "Türkiye'de Köy Enstitüleri" kitabını hediye olarak gönderdi.

Marshall Planı'yla yurdun her köşesine giren Amerikalılar Ovacık düzüne de spor uçaklarıyla indiler. Sabah. Munzur'un son sistem oltalarıyla avladıkları alabalıklarını öğleyin sofralarına uçurdular. Hayvancıkların nesli azalıncaya kadar. Ovacık Belediyesi'ne, bu balık avcılarından balık başına bir para almalarını söylediğim zaman gözlerini büyük büyük açarak:
- Hiç misafirden pare alınır? Ayıptır! Cevabını verdiler.
Ey bütün varını yabancılara cömertçe seren sevgili köylü dostlarım! Yokluk, fakirlik içinde bile asil insanlarsınız. Size sevgi ve saygı duymayan gafillere yazık!

KAMBER EFENDİ
                Kapı aralığından başımı uzattım. Bir duvarı kaya, zemini toprak, üstü çalı çırpı bir kulübe, Işığı 'kapıdan alıyor Gözüm karanlığa alışınca kapı duvarında bir ocak, içinde dibi kor olmuş bir meşe kütüğü, paçavralardan, ocağa dikey bir yatak, içinde sapsarı bir kadın yatıyor, üstünde hasta anasının memesini çekiştiren, bir elinde de kara bir ekmek, sıska bir çocuk; yatağın etrafında dolaşan iki yarı çıplak erkek çocukla geri planda 12 yaşında paçavralar içinde bir kızcağız. Bu yürekler acısı sefalet hane Kanber Efendi'nin eviydi. İçerdeki kadın biz girince doğruldu, iki tarafa sallayarak anlatmaya başladı
- Üşütmüşüm nedir. Toprağımıza geldik diye sağa sola çabaladık, şu kulübeyi çattık, çattık ama bana da bir halsizlik çöktü. Önceleri yoktu ama şimcik bir öksürük Doktor teşhisini çoktan koymuştu. Verem son devre.
- Bak bacı, sana öksürük İlacı vereceğim ama bu çocuğu emzirme artık. O da senin gücünü azaltır. Kadıncağız beni çekip kulağıma fısıldadı:
- Bu bebe en küçük, ekmeğe katık yapıyordu sütü. bitti hele ekmeği ne serttir, dişi aha dört tane, kesmez ki ... Diye bebenin elindeki ekmeği gösterdi.
Jandarmalar da içeri girmiş, başları önlerinde dinliyorlardı. Hemen çantamdan bir somun çıkardım. Bir parça koparıp küçüğe verirken etrafıma sürünerek korkak ve yarı çıplak dört oğlan yanaştı. Gözlerinde ekmeğe hasretin aç ışıltısı vardı. Ekmeği çantaya sokacağımdan da korkuyorlardı. Hepsini dağıttım. Kapıp doğru ağızlarına götürüyorlardı yavrucaklar. Ama gözlerini de ekmekten ayıramıyorlardı. Çantadan peynir de çıkarıp bölüştürmeğe başlayınca hepsi iyice sokuldular bana. Kıza döndüm vermek İçin, düz bir taşın üstündeki darıyı elindeki taşla eziyordu, bir bez üstündeydi taş. Annesi:
- Darıyı eziyor ki ekmek yapak. İşte böyle olıy. Değirmen değil ki un edip öğütsün. Yüreğim yaralandı, gözüm yaşardı. Çantadaki azığı bıraktım. Jandarmalar da tayınlarını boşalttılar. Kanber Efendi'nin 7 çocuğu vardı. En büyüğü kız, ötekiler hep oğlandı. Sadece kız bin bir yamalı bir kırmalı köy entarisi ile giyinikti. Ötekiler göğsü göbeklerine kadar açık birer amerikan içlikle yarı çıplak donuyorlardı. Yavrucakların karnı doyunca küçükler kulübenin toprağında oynaşıyor, büyücekler büzülerek ocak başına tünüyorlardı. Karınları doyunca kedi yavruları gibi keyifle oynaşıyorlardı. Kanber Efendi;
- Bu kışı geçirebilsek... Diyordu endişeyle.
İki tarla tahıl ekmişti. Ah bu kışı geçirebilseler. Üç çuval darıdan başka bir şeyleri yoktu. Bir de meşe meyvelerinden kaynatılmış pekmez yapmışlardı ama çocuklara dağ dayanmıyordu ki. Kızı Şeriban tam okulumuz çağındaydı. Fakat hasta anasının eli ayağıydı. Hastabakıcılığı, kardeşlerine analığı, ev hanımlığını anasının direktifi ile o yapıyordu. Darıyı İki taş arasında o ufalıyor hamuru o tutuyor, ekmeği aşı o yapıyordu. Körpe omuzlarındaki yük çok ağırdı. Onu okula alsak geride kalanlar ne olacaktı? Çocuğun okul deyince gözleri parladığı halde yüreğim sızlaya sızlaya bıraktık.

YARDIM
                Yasak Bölge'den dönüşümüzde Sayın Niyazi Akı'ya oradaki durumu anlattık. Ertesi gün Elazığ'a dönmek için kamyona binerken "Gakko Vali" Bey'in gece Elazığ'a indiğini, yardım istemek üzere bu sabahki tayyareyle Ankara'ya uçacağını öğrendim. 20 bin lira yardımla dönen Sayın Niyazi Akı, Yasak Bölge karakollarına un dağıtarak ekmek pişirilip muhtaç halka kış boyu dağıtılması için tedbir almıştı. Kendisi de sık sık yoklar olmuştu köyleri. Şeyhleri, seyitleri aratmıyordu bu vali, onlar da gönül rahatlığı ile gidip anlatıyorlardı müşküllerini. Vaktiyle şeyhlik, seyitlik müessesesinin yıkıldığı seneler bir kış uzun sürmüştü de fakir fukara, bu kazada kaymakam vekiline gidip boyun bükmüştü "erzakımız bitti" diye. Vekil de:
- Hay koca kuyruklu Kürtler, lokmanızı da mı hükümet düşünecek, diye kovmuştu onları.
- Şıh, bile on çuval tahıl isteyerek hacetimizi yerine getirirdi hiç olmazsa, diyorlardı. Dertleriyle dertlenen bu valiyi nasıl "Gakko" diye sevmezdi bu halk?
- Yasak Bölgeye dönen halktan aldığımız çocukları ertesi yıl bıraktık köylerinde. Çünkü okul ve öğretmenleri hazırdı. Zaten batıdan Türkçeyi güzel konuşarak dönmüşlerdi.

KIYAMET KOPACAK
Bilmem hangi şeyh söylemiş, 5 Nisan gecesi kıyamet kopacakmış. Pansiyonlar yarı alaylı söylüyor, yatılılarsa tümüyle inanarak korkuyorlardı. Şu şeyhlere ne kadar da inanıyorlardı. Onları Muavin ve Ayşe Abla ile iknaya çalışıyorduk. Tabiat olaylarının nedenlerini açıklıyorduk. Aksine gök gürültülü, şimşekli, yıldırımlı bir havaydı, yağmur da gök delinmiş gibi yağıyordu. Çocuklar bu havanın azizliğine bakarak bana inanmıyorlardı, gözlerinde müthiş korku vardı. Kafacıkları hep bu kıyametle doluydu. Tabii ders çalışmıyorlardı. Türkü söyletmek istedim korkuyu dağıtmak için, boşuna. Yüz ağızda yüz soru... Yemekte büyük bir iştahsızlık. Yatakhanede bir türlü uyumuyorlar. Her gök gürleyişiyle ayaklanıyorlar. - Yatakhaneden gitmeyelim, diye yalvardılar, kabul ettim. Uyusunlar diye en küçüğün ayakucuna oturdum. Uyuyan pek azdı. Saat 24'ten sonra yağmur hafifledi, sonunda hava sakinleşti. Saat O2’ye kadar uyanıktım. Ben de küçüğün karyolasının ayakucunda kıvrıldığım yerde uyumuşum. Zille uyandım. Kalkma zili sandım. Meğer kahvaltı zili imiş. Benim sevgililer beni uyandırmamak için papuclarını bile ellerine alıp çıkmışlar. Okuldaki sükûneti hep yatılı kızlarım temin etmiş. Sevgili yavrular, Avar ana nasıl size hayran olmaz ki... Bu bağlılık, bu içtenlik...

MÜDÜRE HEDİYE

Kanaat yoklanılan zamanı çocuklarımdan ısrarla hediye isterim. Bana verecekleri hediye "not" tur. 9-10'dan aşağı notlan hediye olarak kabul etmem. Kanaatler ortalamasında kazanılan 9-10'lar bana getirilen en büyük hediyelerdir. Bu hediyeleri getiren kızlarıma arkadaşları huzurun da teşekkürler ederim, onlar benim elimi öper, ben onları saçlarından öperek överim. Hele yatılı kızlarım, bana bu hediyemi sunmak için gece yarısından kalkıp okulun köşe bucağına saklanarak çalışırlar. Çünkü yatma zamanı uyumamak yasaktır. Onun için ışığa yakın masa, sıra altları, tuvaletler; banyo, çalışma masalarımızın ve merdivenlerin altlan, koltukların ve uzun perdelerin arkalan, dolap içleri saklanacak çalışma yuvalarıdır. Kanaat devreleri bir saat önce kalkmalarına izin vermek zorunda kaldığımız halde çocuklar gizli yuvalan tercih ederlerdi. Çalışkandır benim kızlarım.

SEÇİM VE ERTESİ
Okulumuza da sandık konmuş, hazırlık yapılması emredilmişti. Elbiseliklere örtü germe suretiyle antrenin iki
yanma iki kulübecik yapıldı. Partilerin listelerinin konduğu masalara kalem ve hokkalar yerleştirildi. Kapı önünde sandıklara, onların iki yanında da gözcülere yer hazırlandı. İç kapıyı kapattık. Çocuklar her zamanki gibi işleriyle uğraşıyorlardı, biz de başlarından ayrılmıyorduk. Öğleden sonraydı.
- Bir hanım sizi istiyormuş balkona, dediler. Çıktım, Bastonuna dayanmış çok yaşlı bir hanım. Boy siyah paltosunun üstünde iki metrelik siyah ipek başörtüsü beline kadar inmekte, temiz pak, muhterem bir ihtiyar. Elini sallayarak:
- Kızım Müdür'anım, senin çok tavukların var, tavuk uğursuz mu?
- Hiç uğursuz olur mu büyük hanımcığım? Allahın insanlara yumurtasını da, yavrusunu da, kendisini de en iyi yiyecek olarak verdiği nimetlerden biri.
- Hah, evladım sağ olasın. Ben sana inanırım. Bunlar beni aldatıyorlar, "İsmet Paşa'nınki uğursuz tavukayağı" diyorlar. Hiç Allanın mundar demediği hayvanceğiz uğursuz olur mu, bu domuz mu? Diye söylenerek içeri girdi, oyunu kullandı. Ertesi gün erkenden Bingöllüleri götürdüm. Herkes ayakta, radyolu kahveler önünde kümelenmişlerdi. Onun için çocukların velileri hep şehirdeydiler. Teslim çabuk oldu. Ertesi gün seçim neticeleri belli olmuş, Demokrat Parti kazanmıştı. Genç ayak takımı coşkunca bayram ediyordu. İlk otobüsle Genç’e trene gidiyordum. Otobüste söyleniyorlardı ihtiyarlar:
- Şeyhler, seyitler geri gelecek. Camiler tekkeler açılacak, şehir karıları çarşaf giyecek. Gençler:
- Kanlar dayralarda (dairelerde) çalışmayacak, kız, mektepleri kapanacak. Kızların okuması da noli ki. Erkekler dört karı alacak. Kanlara "boş" dedin mi bitti, boş düşecek. Karılar mahkemeye boşanmak için gitti mi, hemmen soppa yiyecek. Şoför yanında içimden dolup taşarak 'ya sabır’ çekiyordum. Nihayet trene bindim, Bingöl Valisi Sayın Naci Rollas da trendeydi. Yerleştiğimiz açık vagondu. Herkes bir birini görüyor. Ben Vali Beylerin bölümündeyim. Ortadan laf ediyorlardı gayet laubali, bize bakarak ve yüksek seste... Bereket versin Vali Beyle eşi arkaları dönük oturmuşlar da küstah bakışları görmüyorlardı. Otobüsteki sözler tekrarlanıyor, kadın hürriyeti, kadın memurlar, kadın mebuslarla alay ediliyordu. Vali Bey bakışlarımdan sezmiş olacak ki,
- Müdür'anım, bunlar olağan şeyler, lakayt kalın anlamamış davranın, ses çıkarmayın, dedi. Ama söz şahsıma intikal edince susamıyordum. Gençlerden biri daha küstahlaşarak
- Anlimisin Mudur, erkekler dört karı alacak... Yerimden ayağa fırladım,
- Onu yapacak adam anasından doğamaz artık. Hey oğul, bu memleketin kanununu hiç bir parti çiğneyemez. Demokrat Parti kanunlara daha da hürmet edecektir. Sen daha kanun nedir, memleket düzeni nedir onu bile bilmiyorsun. Kız mekteplerine gelince, onu daha da çoğaltacak. Sen bunları okuyup öğrenmeye bak. Yoksa hep böyle kuru gürültü kalırsın.
- Biz, karıların dilini dibinden koparacağız, hele dur görürsün!...

(Alıntılar: Dağ Çiçeklerim – Sıdıka Avar) 

                                                                                   Serendip Altındal


10 Şubat 2013 Pazar

KANSIZ EKONOMİ..

           Emperyalizm’in kanı yoktur. Ruhu da yoktur. Aslında canının olduğu da söylenemez; ama tarihin gördüğü en amansız hastalığın mikrobudur. Kimler mi bu mikroptan nasibini almış hastalardır. Kapitalist küreselci, liberal görüşe sahip olduğunu söyleyen veya bu görüşü benimseyen herkes. Zira bu hastalık her zaman, zararsız gibi görünen liberal kapitalist yatkınlıkla ve de çok sinsice başlar. Aman öncelikle de sizler, dikkatli olun sayın liboşlar. Zira Âdemoğlu dediğimiz Şeytan/Tanrı doyumsuzdur. Hudut çizmezseniz, sonda kendi başını bile yer, hele de liberal ise. O nedenle de esasen, faydalı gibi başlayan rekabetçi Kapitalist evre, ABD gibi ipin ucunu kaçırırsa, sonunda dünyayı yutacak monopolist emperyalizme dönüşmez mi? Durum böyle olunca da, yüce Atatürk'ün devlet korumalı milli ekonomisi, hiç tadından yenmez mi? Bu nedenle de zaten 15 yıllık kısa döneminin bile dünya şampiyonu değilmiydi? (Milli Ekonomi Tarihine bak.)
            Fırsatını bulduğunda ölmüş babasının bile kemiklerini satabilecek mental yapıda ki adamlardan, lütfen söylermisiniz, hiç biri aklı başında bir ülkeye vatandaş olabilir mi? Zira bunların en belirgin özellikleri vatansız ve kimliksiz olmalarıdır. İşte böyle ağır hastalardan bir tanesi şimdilerde yurduma başkan olmaya hazırlanıyor. Hatta emsalininkinden bile pahalı bir uçağı şimdiden ısmarladığı ve haraç vergiler altında inim inim inleyen vatandaşının sırtına, yeni bir kambur daha eklediği söyleniyor. Anlaşılan arkadaş dereyi görmeden paçayı sıvıyor. Böylesine de oldubitticiliktir, bu hastaların en göze batan ortak arazları.
            Yalnız bilinmeyen veya bilinip de söylenmeyen, bu adamların asla güvenilir vatandaşlar olarak kabul edilemeyecekleridir. Yani nerede nemalanıyorlarsa, Masonlar, Siyonistler vb. gibi, o ulusun kimliğine bukalemun gibi bürünüverirler. Renkler, zevkler gibi düşünce ve inançlar da tartışılmaz, bu doğrudur da. Ne ki, her şey gibi bu doğru da sonludur. Ve ulusal bekanın kırmızıçizgilerinin başladığı noktada biter. Daha doğrusu bitmek zorundadır. Ulusal devamlılık için önce bir MİLLET, sonra bir VATAN, vatan için de BÖLÜNMEZLİK esastır. İşte bütün bunlara fazlasıyla sahip olduğumuzdan, şimdi VATAN BEKAMIZ adına da, bizi MİLLİ ve ULUSAL somuttan soyutlayan bütün afakî tartışmaların bıçak gibi bir anda kesilmesi, artık mecburiyetimiz ötesi, mutlakıyet haline gelmiştir.
            Zira Okyanuslu emperyalist sırtlan tarafından, başımızda ki özel timi vasıtasıyla, sinsice bölgemizde, yine tarihte alışık olduğumuz gibi yalnızlaştırılıyor, dostsuz, himayesiz bırakılıyor ve paralanacağımız güne doğru süratle paketleniyoruz. Aynı oyunu bir zamanlar Türkleri Müslümanlaştırmak adına, Araplar da oynamışlardı ve bütün Türkî yapımız allak bullak olmuştu, unutulmasın. Hoş sonradan Araplar gibi İslamı da ehlileştirmişti ya Türkler. Ayrıca Erdoğan’ı, İmralı zebanisiyle Milliyetçilerin sırtına basarak yaptığı anlaşmayı alkışlayan Obama hazret, anlaşıldığına göre o elleriyle biz Milliyetçi Kemalistleri aklınca tokatlamış oluyor. Elbet o beysbol sopasını müsait yerlerine sokacağımız gün de gelecektir.
            Şimdi söylermisiniz, bizler gibi ahde vefa yüklü, vatan müktesebatı, misak ı milli, Kuvayi milliye gibi kavramlar konuşulduğunda, yürekleri kıpır kıpır kaynayan, yerinde oturamayan insanlarla, bu oportünist baklavacılar nasıl özdeş olabilirler, bizim vatanımız onların değil ki. Onlarla en ufak bir ortak paydamız yok ki. Devlet içinde her biri devlet olan sektörlerin teknokratlarıyla sahibi oldukları ordunun yönettiği ABD de, acaba hangi sivilizasyon söz konusudur, anlamak mümkün değil. Sizler de nasıl olsa imana geleceksiniz, hakkı sonunda bulacaksınız hiç merak etmeyin. Esasen de haktan önce herkesin kâfir olduğunu bilmiyormuyuz.
            Evet, Amerika özgürlükler ülkesidir; ama sadece para babalarının özgürlüğüdür söz konusu olan, yoksa halk iradesi yoktur, sivil halkların esamesi bile okunmaz. Yani para kimdeyse güç ondadır Amerikada. Ve böyle bir sistem, adamın da söylediği gibi ancak tramvay demokrasisi ile yönetilir. Bak bu da doğrudur işte. Ne var ki, kırpa kırpa gak guk yaptıkları hak, hukuk masallarını bir kenara atarsak, bizim Amerikancı liboşlar için, işin en cazip yanı, işte Amerikanın bu özelliğidir ve bu da kendi somutlarıdır. Haydi, biraz adam olun da bunu da itiraf ediverin. Bakalım ne 'Deyiverecekler' seçmenleriniz size o zaman saygınlar(!)
            Rokafelerler, Ford’lar, Opel’ler, Koçlar, Sabancılar vesaire, vesaire, doğuşlarında eşyalarının tabiatı gereği liboş, başka bir deyişle de asil(!) doğmuşlardır. Çünkü açıkça ifade edemedikleri bir inançlarına göre de, paralı doğmak asillere özgü bir haktır. İyi de kardeşler, sizin asaletiniz size görelidir ve her zaman tartışılır; ama parasız doğan ve asla para mefhumu olmayan HAVASS ne yapsın. Yukarda adı geçenleri anladık da, sonradan hem besleme hem devşirme olanlara ne oluyor da, kraldan fazla kralcı kesiliyorlar başımıza. Hele buna da bir değiverin be liboşlar.

            Bırakında biz yine somutta kalalım. Zira somut olan aynı zamanda somunumuzdur. Soyuta inip de liberal düşmanın, yine sanal gündemler tufasına düşüp, bel kemerlerimize birer delik daha açmayalım. Çünkü soyuta inince, cephe bile açamadan bok yoluna giden yiğitlerimizin, içerde boku bokuna yatan askerimizin, sivilimizin, onbinlerin akıttığı kanlarıyla dirlik içinde tuttuğumuz ülkemizin, üç buçuk ite bölüştürülmesi somutu evrim geçirmiyor.
            Meraklısı soyutu, gazete kupürlerinden, köşe yazılarından ziyadesiyle öğreniyor esasen. Bir de biz bu tatsız çorbayı kaşıklayıp, daha fazla tadımızı kaçırmayalım diye düşünüyorum. Çünkü çakma soyutla uğraştığı kadar, asıl karnımızı doyuracak ve belki de yakında dilimi bile kaderimiz olacak somunumuzdan bahseden yok. Adamların kendileri gibi sömürge ekonomilerinin de kansız olduğunu, adam gibi yorumlayan yok. Oysa afakla uğraşanların hepsinin bu kadar tuzu kuru olduğuna da ben şahsen inanmıyorum.
            İlle de soyut diyenler içinse, belki fazla bilinmeyen bir konuyu garnitür olarak sunabiliriz. Şayet bizim Müslüman kisveli poligam sübyancılarımızdan utanıyorsanız, lütfen çağdaş ABD de ki Mormon türevi FLDS tarikatını Internet’te bir araştırıverin. Bu tarikatın üyelerinin çocuk yaşında ki kızlarla yaptıkları evlilikleri ve daha kendileri yavru olan küçüklerden olan bebekleriyle ilgili, halen süren davalarını da bir öğreniverin. Belki bizde ki ansızların bile o sübyancıların yanında peygamber gibi kaldığını düşünürsünüz. İşte kimlerle dans ettiklerini, bir de bu perspektiften irdelesin Amerikancı liboşlar. Kimbilir, belki de bu sapıklıkları da onaylıyorlardır.
            Soyut mu istiyorsunuz. Bir örnek daha verelim. Amerikan elçisi, ne hikmetse bana rahmetli İsmail Dümbüllüyü hatırlatıyor. Türkçesi ve tiplemesiyle tam da bizim aksepte edeceğimiz bir kimliğe uygun, özenle seçilmiş bir imajı var. Ne var ki, rahmetli ustanın trajikomedyeni ve rolünü de çok iyi oynuyor, hakkını verelim. Herifler, işine ve bölgesine uygun adam seçmede ustalar doğrusu. Eee bu da emperyalizm’in olmazsa olmazı değil mi esasen.
           
            Pentagonda, Washington DC’ de kapalı kapılar ardında "Azami dikkatli olmak zorundayız. Çoğu gitti azı kaldı. Türkleri iyice kafaya almadan ortaya çıkmayalım. Diğerlerine hiç benzemezler. Şayet damarlarına basarsak neler yapabilecekleri hiç kestirilemez. Her an yeni Atatürkler çıkartabilecek potansiyele sahiptirler." Diyerek birbirleriyle tartıştıkları, sanki kafamın içinde yankılanıyorken, düşünüyorum da aynı zamanda:
            Büyük dünya devletlerinin, özellikle de sıra başı emperyalistlerin, her geçen gün daha da büyük özveriyle, millet bile değillerken, tek mevcudiyet nedenleri olan ulusal aidiyetlerini pekiştirdikleri bir dünyada, ulusal kimlik ve birliğin tarihini yazmış biz TÜRKLERİN, kâbusları olmuş kimliğimizle neden uğraştıkları, kamyondan düşmüş karpuz gibi apaçık ortada sırıtıyor.

            İşte böyle eksen kaydırmış bir dünyada biz hala kimlik, aidiyet tartışmalarına kafayı takıyorsak, yuh olsun ervahımıza. 4,5 milyar yaşındaki dünyanın, Homosaphien'i eviren tarihinin, neredeyse kendisi demek olan ve atalarımızdan bize kalan en yüce miras olan Türk kimliğimizi, hiç utanmadan müstevlilerin kumar masasına yatırabiliyorsak, bırakalım ahde vefayı, hayırlı evlat olmayı, kurumuş dere yatağında kurbağa yavrusu bile olamayız. İşte somut gerçeğimiz de budur, benim ve dolayısıyla da bütün vatandaşım olarak saygı duyduklarım için.

                                                                                              Serendip Altındal