24 Ekim 2012 Çarşamba

BELİRSİZLİĞİN NEDENİ..

           Başbakanın her pozu, her konuşması ayrı bir âlem. Onu dinleyip izleyince, Batıda yaygın bir şov dalı olan ‘Catch’ güreşleri ve güreşçileri gözümde canlanıyor hemen. Bilirsiniz, iriyarı, şişirme adaleli, vurdukları yeri dağıtacağına inandığınız ama genellikle de çocuk ruhlu, birtakım naif adamcıklar. Bütün işleri birbirlerini oyun icabı gaza getirip, tahrik ediyormuş ambiyansıyla tribünlere müşteri (Tavşan) toplayarak, birbirleriyle sözüm ona kıyasıya(!) - ki gerçekte danışıklı - dövüşmek. O gürbüz ve kalabalık adaleli adamcıkların, çeşitli abartılı aksiyonlar ve karşılıklı küfürlerle süsledikleri(!) sahne gösterileriyle, aslında birbirlerini hastanelik etmeleri gerekirken, kopardıkları bütün gürültü ve patırtının sonunda burunlarının bile kanamadığını görürsünüz. Enteresandır, adı güreş olan bu sanal kavgaların en ateşli seyircisi veya tuzaktaki tavşanları, ne hikmetse ağırlıklı olarak kadınlardır. Adamlar birbirlerini sözüm ona döverlerken(!) en ateşli yaygaraları koparanlar da genelde onlar olur hep.
            Bu bağlamda Başbakanla, besleme bölücü BDP güreşçileri(!) birlikte ringe çıktıklarında, ortak gösterilerinden çıkan anlam ise, usta bir ‘Catch’ güreşindekinden(!) farklı olmuyor. Önce birisi bağımsızlık naralarıyla terörist paçavralarını onore ederken, diğerinin onlara nerdeyse ana avrat sövmediği kalıyor. Yani tam bir tavşana kaç tazıya kovala misali ikili bir vodvil. Bir yandan yumruklar sıkılıyor; fakat diğer taraftan ne şiş yanıyor ne de kebap. Sonuçta burnu kanayan bile yok. Sadece zaman kazanıp, keriz uyutuyorlar anlayacağınız. Öyle ya bizlerde nasıl olsa uzatmalı kerizler olduğumuza göre, bunu da hak ediyoruz doğrusu.

            Partikülcüler nedensellik mi; yoksa belirsizlik mi diyerek tartışadursunlar, bizim nedenlerimiz belli. Onlar bir yanda bizi ağlatırken, diğer yanda güldürüp, umutlandıran paradigmalar oluyorlar aynı zamanda. Zira evrenin yasası böyle, dört buutlu evrensellik paradoksunda bir tarafta kaybolurken diğer tarafta yeniden doğmak, olayı hayli ilginç bir yörüngeye taşıyor. Belirsizliğin, nedenselliği de aslında bilim düzeyimizin bugün belirsiz dediğimizi açıklayacak evrede olmamasından kaynaklanıyor. Zira matematiksel bir formülün sonucu sonsuza eşit olursa, ortada bilgi yok varsayım var demektir. Yani sonucun bilgi olabilmesi için mutlak bir değere eşitlenmesi gerekmektedir. İşte belirsizlik de sadece bugün sonucun sonsuz olduğunu gösterir ama yarın’ın değil.
            Tıbbiye’yi bitirirken yemin eden doktorların yemin babası olan çağlar ötesinde ki Hipokrat, şimdilerin tıp mezunlarından bile daha fazla bilimsel olduğu için mi, onların evrensel hocası olmaya devam ediyor acaba. Bugün gelinen nokta da, en son bilimsel evre olan parçacılık veya kuantum konusunda da durum budur, bugün kontrol edemediğin parça spinlerinin nedenselliğini açıklayamayan bilim düzeyin, yarın bu problemi muhtemelen gelecek nesillere oyuncak malzemesi yapacaktır. Netice de belirsizliğin nedenselliği de bilimselliğin öğütücü çarkından kurtaramaz yakasını ve bu hikâye de böyle sonsuza kadar uzar gider. Mühim olansa yarının bilimselliğine bugünlerin Hipokratlarının atacağı adımdır veya başka bir ifadeyle de bugünün belirsizliğidir.
            Biri kaçar diğeri kovalar ve sonuçta sadece tanrıdan başka kazanan(!) olmaz koca evrende. Biz ne yapalım ki; evrenin bu diğer gerçeğinin karşısında. Homosaphien’in sorgulama çarkının acımasız dişlerinden kurtulacak olan tek paradoksu da budur işte. Meğerki sonunda “Yeter artık” diyerek tanrısını aramaktan vazgeçsin. Nasıl olsa gideceği o malum yerde onunla ya buluşacak(!) ya da buluşacaktır. Ama bu buluşmayı canlı olan asla öğrenemeyecektir. Miras aldığımız ve bırakacağımız, diri ile ölü arasında ki sonu olmayan ikilem de budur aslında.
            Bu bağlamda, aynı yıldız belirsiz yanda ışığını yitirirken, belirgin yanda ışıldamaya devam edecektir. Ve kaybederken bir anda kazanıyor oluvermen de bununla izah edilebilir. Âdemoğlu bir yanda sonsuza kadar eski paradokslarını bilimselleştirirken, diğer yanda yeni paradokslar yaratacaktır. Tanrısı ise dün ve bugün olduğu gibi yarın da hep onun paradoksu olarak kalacak, sonsuza kadar da gizemini muhafaza etmeye devam edecektir.

            Her ne kadar istemeseler veya onlara ters gelse de, nasıl olsa yakında bizim biraderlerde anlayacak ne demek istediğimizi. Nasıl birileri onları atıklar kuyusundan çıkarıp yaldızlayarak bayram şekeri diye bize yeniden yutturdularsa, yarın yine aynı kuyuda hem de geri dönüşümsüz son bulacaklardır nasıl olsa. Çünkü materinin de bir geri kazanım kat sayısı vardır. Yani aynı madde’nin ‘perpeti mobile’ olmayan geri kazanımı da sonsuza kadar tekrarlanamaz. Hele yalan’ın düştüğü yerde yatıp kaldığını, doğrunun ise hacıyatmaz gibi hep ayaklarının üstünde kaldığını ve sonsuza kadar da öyle kalacağını biliyorsak, bunu da anlamakta zorlanmayız.
            İşte yalanların çocukları, yaldızlı Müslümanların 72 fırkası, nasıl olsa helak olup Mahşer’i göremeyeceklerine göre, geriye de söylenecek fazla bir şey kalmıyor esasen. Yalan vadesi dolduğunda önce ayakları titrer sonra da burnunun üstüne çakılır ve bir daha da doğrulamaz artık. Doğru içinse durum aynı değildir. Kullanılsa da kullanılmasa da o hep ayakları üstündedir ve ebediyen de böyle kalacaktır; yani her boyutta enigma değil ama doğrusal bir gerçek olarak parlayacak olan gerçek bir yıldız gibidir doğru. Eee ne yaparsınız, evrensel devinimin zaman çarkından da kurtuluş yok, tüm yaşayan sonlular için ki, hangi boyutta zar atıyor olurlarsa olsunlar.

            Şimdi bırakalım onları ersinler muratlarına, bizimse önümüzde Kurban Bayramımız var. Her şeye, hatta geçici bütün dertlerinize, gam, kasavet ve umutsuzluklarınıza tekmeyi basın. Hayatta ki sayılı aile birlikteliklerinizden olan bayramınızı, sevdiklerinizle bir arada kutlamaya çalışın. Ve bayramınız sağlık, birlik ve esenlikle de hepinize kutlu olsun.

         Bu arada her şeyden fazla da, beyninizi 29 Ekimde ki, evrensel tarihinizin sizi ÇAĞDAŞ BİREY yapan en asil ve anlamlı gününü, en sağlıklı mental seviyede kutlamaya hazırlamak üzere de enerji toplayın. Allah birliğinizi, dirliğinizi ebediyete kadar muhafaza etsin.
                                                                                             
                                                                                              Serendip Altındal



19 Ekim 2012 Cuma

İNANCIM İMANIMDIR..

            İman, temeli biat olan veya başka ifadeyle de prensipte, körün değneğidir. İnanç ise özünde kuşku yatan ve ancak sorgulu bilimle kesinleşip zirveye oturan bilgi bütünlüğüdür. Bu bağlamda zevahiri kurtarmak adına ezberlenen veya ezberletilen bilgiler de unutulmaya mahkûmdur. Ne var ki anlayarak onları belleğimize kazımış olmayalım. Anlamak için de önce öğrenmek, öğrenmek için de verilenlerin somut (belgelenmiş) bilgiler olması gerekmektedir. İspatı olmayan, mekân ve maddesel gerçeği ortaya kesin konamayan varsayımlara da bilgi denemez.
            Özetlersek, varlıkları betimlenmiş Göktürkler, Einstein, Hawking vs. gibi tek tanrıda birleşiyorsak ve tanrının da fal açmadığına inanıyorsak, Hz. Muhammedin İmametinden dini müktesebatımı, Mustafa Kemalden aldığım Milli ve dünyevi Mutabakatımı da üstüne koyunca, aynaya baktığımda ben de karşımda gördüğüm kişide betimleniyorum. Bunu da özümde hissedebiliyorum. Bu bağlamda, İslami gerçeğe ulaşmak için, Kuran ile birlikte sosyo-ekonomik ve ekolojik evreleriyle, İslam öncesi ve sonrasıyla tüm İslam tarihi bir arada özümsenerek bilgiye ulaşmak, sorgulama sonunda varılan doğru bilgiyi inanç olarak benimsemek ve ancak ondan sonra iman’a ulaşabilineceği gerçeğini de vurgulamadan geçmeyelim.
            Özellikle de Hz. Muhammed ashabının yolundan giden gerçek Müslümanların, camilerine bayrak asmıyorken, imanlarını bile Mustafa Kemal’e borçlu olduklarını da akıllarından çıkarmamaları gerekir. Çünkü Mustafa Kemal, gasp edilen haklarını emperyalistin elinden sökerek almış, kendilerine iade etmiş ve Türklüğüyle de Kuranda ki tarifine de tam manasıyla uyan bir Allahın Askeridir. Seçilmiş diye de bir şey yoktur, iman kimseden satın alınamaz ancak özünüzde ve bizatihen tarafınızdan inşa edilir. O halde yukarda ifade etmeye çalıştıklarımızı uygulayınca da, ‘İnancım, imanımdır Tanrıdan bana ihsan’ diyebilmek daha uygun olmaz mı? Bu ise amaçlı olarak şirazesinden saptırılmakta(!) olan temel tefekkürümüzü de, gerçek özü doğrultusunda revize etmektir esasen.
            Bugün Hacca bile gidemiyorsunuz müminler. Oysa Müslüman bile olmayan asortik beslemeler, parayı basınca turistik amaçlı konforlu gezilerle, yurdunuzda Hacı(!) bile olurlarken, sizin sıralarınız bir türlü gelmek bilmiyor ana vatanınızda  – parayı basamadığınızdan -  ne hikmetse(!). Hâlbuki Mustafa Kemal ya da en azından geçmiş hükümetler döneminde bile olsaydınız, bu hakkınızı da kimse sizden gasp edemezdi. Bugünkü akıbetlerinizin müsebbibi de, oylarınızla aslında sizler oldunuz. Bunu da unutmayınız lütfen.
            Şimdi yakın doğanıza bu perspektifle baktığınızda, neyin sahte neyin somut bir mesaj verdiğini daha net anlayacaksınız. Neye gülmeniz, neyi ciddiye almanız gerektiği de buna dâhildir. Her şey bitmiş ya da başka işimiz kalmamış gibi ağzı olan konuşuyor, eli olan yazıyor. Vatandaş ise iki arada bir derede sallabaş olmuş, kimi okusun, kimi dinlesin bilemiyor artık. Hele de kimi ya da kimleri ciddiye alması gerektiği ise apayrı bir konu. Ve bu da uzmanlık istiyor.

            Hükümet dediğin esasen ortada, tık dese duyuyoruz, çünkü bütün kabadayılığı(!) zırvalık ve savurganlığı önce bizi buluyor. Yandaş MHP ise ayrı bir konu mankeni. İkisini özenle bir araya paketleyip ağır bir preste sıkıştırsan ve bir de ütülesen, elinde kalan, bil ki toz bezi bile olmaz bu memlekete. Beğensen de beğenmesen de tek somutun, tek muhalefetin, itiraz etsen de tek gerçeğin hatta inan ki tek çıkış yolun, neresinden baksan yine de CHP’dir. Buna da inanmak veya inanmamak artık sana kalıyor.
            Diğer yanda neler olmuyor ki. Kendi Dışişlerimizden beklediğimiz milli mesajlarımızı bile Ruslarınkinden alıyoruz. Daha geçen gün ak dediğimize bugün kara diyoruz. Öbür tarafta Başbakan ile Cumhur’un(!) başında ki, gayet fütursuzca aralarında ikili paslara devam ediyorlar. Bu arada kafa kargaşası o kadar fazla ki, sanal konu bombardımanı altında bunalan vatandaş yediği zamların bile farkında olamıyor. Öyle ki, kâğıt üstünde birileri memleketimizi parçalıyor, evlatlarımızı katlediyor, kimlerin nereleri alacağının hesaplarını yapıyorken, beynini yemiş vatandaşım sahilde balık avlıyor.

            Ötede ise doğa bildiğiniz gibi, güneş doğuyor ve batıyor. Kâh ıslak, kâh kuru günler birbirini izliyor. Bebekler doğuyor. Vadesi dolan büyükler birbiri peşine attaya(!) yollanıyor. Bu arada ne yazık ki şehit diye avunduğumuz, aslında itin bitin bok yoluna giden has evlatlarımız da oluyor. Onlarsa geride gözü yaşlı analar, babalar, kardeşler, bazıları da minik öksüzler ve ağlayan kadınlar bırakıyorlar. ‘Bu kararlar sadece sömürge ülkelerinde alınır’ diyerek, nihayet gerçeği gören ve olayın ancak farkına varabilen bazı mağdur Paşaları(!) atlayan bense, inanın ki işte o has evlatlarımıza yanıyorum sadece.
             Rüzgâr ise bizim buralarda genelde Kuzeyden esiyor. Kendi adıma arada bir Marmara’nın Poyraz dalgalarına kendimi bırakarak, dertlerimi unutmaya çalışıyorum. Çatıda güvercinlerin yeniden yavruları oldu. Kendi aralarında cıvıldaşıyorlar, aşağıda olan bitenden haberleri bile yok. Meğerki bahçede, onların ilk uçuşlarını, aç gözlerle bekleyen kedilerin farkında olabilsinler. Ekolojik dengelerde bozuldu herhalde. İlkbahar ve Sonbaharda iki doğum yapmaları normal mi, yoksa ben mi yanlış biliyorum. Komşuda ki işsiz genç adam, hamile eşini doktora götürebilmek için cep telefonunu satmış, kimin umurunda! Ama onun yeni bir işe başlamasında aracı olabildiğim için ben mutluyum.
            Kurban Bayramı kapıda, oysa mütedeyyin vatandaşım kurbanlıklara yanaşamıyor bile, tek avunusu, bu sene pasaportsuz(!) kurbanlıkların olacağı imiş. Yani hiç olmazsa Müslüman kurbanlıklar(!) kesilecekmiş(!) Anlayacağınız bu bayram daha helal(!) bir Kurban Bayramı olacak o zaman, hepinize kutlu olsun. Bu arada milletin cebinde arpa bile yok ki, uzatmalı tatil yapabilsin. Yokları oynarken(!) ve belki biraz avunuruz diye de beklerken, hepimizin takımı ruhsuz millilerimiz, Sonbahar yaprakları gibi sapır sapır döküldüler ve sahada atamadıkları tekmelerini birbirlerine sallarken de günah çıkardılar herhalde. Ve ruhsuzluk, kansızlık, beceriksizlik ve dirayetsizlikte neredeyse başımızda ki Hükümete bile rahmet okuttular.

            Kendimize dönersek; ne söylememi beklerdiniz. Ne yapsaydım neler anlatabilseydim sizlere, esasen bildiklerinizin ve aslında sizi de bunaltan gerçeklerinizin dışında. İstemesem de bizi kusturacak hale getiren güncel teranelerde, ne yazık ki bugün bana gelen ilham bu oldu. İnşallah yakında ağıtları bitirip, yeniden zafer türkülerimizi yakacağımız günler de gelecektir nasıl olsa. Yeter ki sağlığınız ve de umutlarınız hep sizinle olsun.

                                                                                              Serendip Altındal

Video Kanalım

16 Ekim 2012 Salı

DÜNYAYA ÇİVİLEME..

            Uçtuuçtu Baumgartner uçtu. Neyse ki kuşunuz kafesinden uçmadı. İyi de bu adamcağız işi gücü bırakıp, ta uzayın kapısından kanatsız olarak dünyaya neden çivileme daldı. Sizin şov dediğiniz gösterilerde bile, dünya nimetlerini tek taraflı sömürmek adına gizli bir amacı olan emperyalist Batılı, bu işten ne gibi yeni öğretiler çıkardı acaba?
            İşte ümmetiyle yeni Osmanlı ve de yenidünya’nın geleceği olacak yumuşacık İslam’ın, 2073’ler senaryosunun bize göre muhtemel tetikçisi(!) – aslında gariban uzay kuşunun bundan haberi bile yoktu - uzayın kapısından dünyaya salimen kanatsız iniş yaptı. Bununla da vasıtasız tek adam uçuşlarının, uzaydan bile dünyaya mümkün olabileceğini kanıtladı. Yani bundan böyle uzay aracınızdan kimsenin haberi bile olmadan, dünyaya yakın ve hedef seçtiğiniz bir noktada, araçtan aşağı atacağınız bir adamınız, ışık hızını bile korunmasız aşacak, salimen ve yardımsız, seçtiğiniz hedefi tam da on ikiden vuracak(!) demektir. Şimdi muhayyelinizi bir çalıştırın ve işini bilenlerin(!) bundan ne senaryolar çıkarabileceğini de bir düşünüverin boş vaktinizde lütfen.

            Bir tüyo vermek gerekirse ki, daha önce de yazmıştık; kendi adıma, öngörülerimin teyit edildiğini görmekten keyif almıyorum dersem yalan söylemiş olurum. İçine ‘Globalizm’ masalıyla sokulduğu yeni skolâstik çağda, beyin transferi dört dörtlük tefekkür (4+4+4) eğitimiyle(!) gerçekleşen ümmet, olgunlaşınca(!) – ki şimdi fazla uyanık olduğundan, yarın yeterli salaklığa ulaştığı zaman – yani Büyük Mucizeyi(!) kuşkusuz ve sorgusuz kucaklayabilecek kemale(!) erdiğinde, yeni Peygamberiniz(!) kucağında Vatikan Kuran’ı(!) ve holografik nuruyla birlikte bir gece ansızın, yakın uzaydan muhtemelen de Mekke’ye, yanar söner bir iniş gerçekleştirecektir. İşte ondan sonra da seyreyle sen cümbüşü(!).
            Neticede Yenidünya Devleti masalı adına, Pentagon senaryolu bu trajikomik bilimkurgu vodvil’inin, bizim payımıza düşen ön figüranlığı, nasılsa Erdoğan ve avenesi tarafından sağlanıyor. Bu bağlamda da, son AKP kongresinde WKB (Wall Street Kardeşleri Birliği) yani Pentagon – ki o da aslında Wall Street tetikçisidir -  güdümlü, bütün Ortadoğulu besleme tetikçilerin birlikte yaptığı gövde gösterisi, bu durumun en açık işareti değilmiydi? Neticede bütün tetikçiler veya da Pentagon’un Ortadoğu’ya ektiği genetiği bozulmuş tohumlar, birbirlerini aklamışlardı o kongrede. Hani “Bana dostunu söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim” misali.
            Ne var ki ülkemizde, onları ileri günlere taşıyacak lejyonerleri veya yandaşları henüz yeterli sayıda değildi. Bunun için de bir şeyler yapılmalıydı. Yeniden ümmetleştirmek adına yokluğa mahkûm edilmiş ve mideleri boşaltılmış insancıklara aş, iş vermek yerine ‘Tüp Bebek’ ihsan etmeleri de, işte bu yüzdendir. Erdoğan ve avenesinin, bu bağlamda da sadece kendilerinin gördüğü mucizevî(!) reformlarının yüceliğini, son WKB’li(!) kongrenin uluslar arası çok saygıdeğer ve muhterem üyeleri(!), nasılda üfleyip şişirdiler değil mi?
            Unuttukları veya söylemek istemedikleri, bu büyük AKP mucizesinin(!) altında, ülkeyi tamamiyle yabancı sermayeye muhtaç bırakan mevcut ithalat sanayinden(!) başka, Türkiye’yi bağımsız ihracat ülkesi yapacak, en küçük milli bir yatırımın bile yer almamasıydı. Ayrıca bunların, aradan geçen 89 yıla rağmen, yeni doğduğu günlerde bile dünya şampiyonu olmuş, yüce Atatürk’ün asil milli ekonomisinden bile hiçbir şey öğrenemediklerini, o Pentagon tohumlarının ifade edebilmesi mümkün’müydü? 
            Öyle ya, bu tersine(!) işleyen Anadolu reform’unun(!) yeni oydaşlara ihtiyacı vardı. Her şeyden önce de bu sağlanmalıydı. İşte bu arkadaşlar da birlikte adım adım, geleceğin Yenidünya Devleti adlı büyük şov sahnesini(!) şimdiden dekore etmeye başladılar. İyide o sahneyi görmeye ömürleri yetmeyecek ki, ondan çok öncesi hep birlikte atıklar kuyusunu, beraberce boylamış olacağız nasıl olsa!

            Biz bunları söyleşirken patronları Sam Amca, Ortadoğu ve Anadolu’ya sıkıştı kaldı ya da demir attı da denebilir. Zira geleceği’nin bizim buralarda olduğunun o da farkında. Eskilerin anladığı gibi, Anadolu’nun bugün de Dünya’nın merkezi olduğunu, sonunda o da anladı. Diğer bir ifadeyle de Amerikalı, Amerikayı yeniden keşfetti. Bu arada Osmanlı’nın gittiği yoldan gitmeye kalkıyor; ama Türk evladı olmadığını da unutuyor. Çünkü bizim buralar Türk ilidir, sonunda adamı fena çarpar. Sonra da Cin çarpmıştan beter oluverirsin.
            Türk elinin değdiği yerde gül biter. Öyle ki Türklüğünü unutanlar bile bir anda imana geliverirler. Ne demek istediğimizi yeni bitmelerle, sızma Kasımpaşalılar(!) anlayamazlar; ama Kuvayi Milli günlerimizin eski Kasımpaşa Delikanlıları’nın sağ olanları çok iyi anlıyor ve de onların başında olanlardan, bu günleri iyi ki de görmeyen, Kasımpaşa Spor Kulübünün de kurucusu olan rahmetli babamın mezarında, şimdi nasıl huzursuz olduğunu sanki yüreğimde hissedebiliyorum. İşte Sam Amca hazret de bunları iyi tahlil ettiğinden, belki de Türk’ü bu yüzden; ama boşuna Türkîleştirmeye kalkıyor anlaşılan. Kendisine yandaş Kürt(!) yaratması da üstüne üstlük ve de birilerine tıpa olsun.

            Siz AKP sultasına aldırmayın. Onlar AYOO (Amerikan Yeni Osmanlı Ordusu’nun) devşirmeleridirler sadece, Erdoğan’ın ise Pentagon’un gözünde, aslında bir Yeniçeri Ağasından da fazla bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bunu bilin yeter. Ha bu arada Jandarmalığınızın bile bundan sonra, bizim Yeni Yeniçerilerin uhdesinde olacağına kendinizi şimdiden alıştırın. Hepimize kutlu olsun.
           
            Hepsi bir yana; fakat bu arada, yalancının mumu yatsıya kadar yanar asla unutmayalım.

                                                                                              Serendip Altındal


13 Ekim 2012 Cumartesi

MUTABAKAT...


         Âdem kardeş unutma! Dünya, ahret, mikro ve makrosuyla kozmos, kısaca tüm âlem, ‘benmerkezinle’ var olduğun kadar mevcuttur. Sonrası mı?

         Dinle Âdem
         Rüzgârın getirdiği sözü
         Bil ki bu temel tefekkürün de özü
         Her ne kadar
         Gitmese de hoşuna
         Dünya malına
         Saltanatın boşuna
         Senin olsun eğrisiyle doğrusu
         Sen ona desen geri kazanım da
         Lakin biteceğin yer
         Eninde sonunda
         Atıklar kuyusu

         Yukarda ki dizemin ‘Geri Kazanım’ satırını, Âdem kardeşimin aşırı karamsarlığına gönlüm razı olmadığından; yine de ona bir çıkış yolu bıraktığıma yorumlayabilirsiniz. Mademki beşeriz, evrenin yasalarına da uymak zorundayız. Karamsar olmaksa enayiliktir, şayet doğamız buysa.
         Ne var ki, bir zamanlar biz de vardık, kullanıldık ve atıldık. Dediğinizde, bilin ki evren sizin için sanal olmuştur artık. O halde ya siz masaldınız ya da kâinat bildiğiniz…

                                                                                              Serendip Altındal



10 Ekim 2012 Çarşamba

ARYAN MI, YOKSA SUSURLUKTA AYRAN MI?

            Kim seçmiş, kimi seçmiş, neye göre seçmiş ve bu yetkiyi nereden bulmuş(!) Bu sorulara daha sayısız sorular da ekleyebileceğiniz konuyu irdelediğinizde ‘Aryan’ ya da üstün(!) beyaz, arî ırk maskaralığı daha da anlaşılır bir kavram kazanıyor. Onbinlerce yılın geçmişine ve muhtemelen de Homosaphien’in nüfus kütüğünde bile yazan Türk gerçeğimize rağmen, bizim de içinde olduğumuz, birileri(!) tarafından da bize yakıştırılan, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcüsü, Kürdü hatta Ermenisi vs. yaftası(!) ile aşağı Asya boyları Türkeli kimliğimizle, bu maskaralığa gülüp geçiyoruz aslında.
            Çünkü biliyoruz ki, işin psikiyatrik analizine girildiğinde, kendi gölgesinden bile korkar yapıda olduğu için ayrıcalığa(!) ihtiyacı olan, aslı labil ve zayıf beşer’in, şuur altında güçlü olana karşı sapkın fanteziler ürettiği de (perseküsyon), tespit edilebileceğinden, kendi tarihlerini bile yok sayan Anomalileri’nin nedeni de ortaya çıkacak ve sonuçta durum bilimsel olarak, daha da aleyhlerinde(!) bir komediye dönüşecektir.
            Her ne kadar maaşlı provokatörleri ve iğfal edilmiş fanatikleri bu gerçeğe şiddetle karşı çıksa, Türk’e bile Türkî dese de, kendi tarafsız aydın bilimselleri – ki gerçek aydın tarafsızdır - bile itiraf ediyor babalarının Türk olduğunu, daha ne diyelim ki? Öyle ya, neden öyleyse Âdem’in (Adam) yerine, bir Papa Benedict veya Hz. Bush oturtulamıyor mesela. Bu şizoidlere kalsa ve de ellerinden gelebilse, Aryan(!) yoluna, Dünya İnsanı’nın bilinen babası Âdem’i bile inkâr ederek, tüm insanlığın bir kökten değil de farklı köklerden oluştuğunu ileri sürüp, var oluş tarihimizi bile yeniden saptamaya kalkacaklar anlaşılan.
           
            Esasen prensipte, binlerce yıldır da büyük korkularından, Türk’ü, Türk’le vuruşturarak, bir araya gelmelerinin önünü tıkamadılar mı? Bilhassa da Türk Eline en büyük kazık kendi Osmanlı Boyu tarafından atılmadı’mı? Aynı Osmanlı, tamamen Türk evlatlarından oluşan Selçuklu ordusunu, kendi Haçlı devşirmesi Yeniçerileriyle mağlup edip tüm Anadolu’ya sahip olarak, aynı bağlamda bugünün Amerikalısına da emsal olmadı mı? Bu ise Türk’ün Türk’e atabileceği en büyük kazık değil de nedir? 
            Osmanlı tarihini iyi araştıran Amerikalı, bugün aynı yoldan Anadolu’ya sahip olmaya kalkmıyor mu? Önce Milli kavramlarını yok etmekte olduğu Ulusumuzu, giderek yokluk ve fakirliğe mahkûm edip, sonra da emperyalist eğitimiyle devşirerek, gelecek nesillerimizi, Türk’ün özüne karşı kullanacağı lejyoner ordularına dönüştürmüyor mu? Ağır silahlı cemaat polisi ordusu, hukuk’un guguklaştırılması, ordunun sivilize edilmesi sloganları, bu uygulamın yurdumuzda çoktan başladığının göstergeleri değil mi? Hatta daha şimdiden TSK=ASK (Amerikan Silahlı Kuvvetleri) haline dönüştürülmedi mi? Suriye sorunu, Teröriste af, yeni Anayasa(!), Başkanlık meselesi(!) vs. gibi diğer başlıkları da size bırakıyorum.
            Bir yanda bu işlerle, milletin asal milli gündemi oluşurken, diğer yanda aynı millet başka sorunları yokmuş gibi, topçularla, ikoncanlarla (ne demekse) ve çoğu putperest, fetişist, mazoşist, kadınlı, erkekli tuzu kuru isteriklerle vakit öldürüyor. Tam da toplu halde Sırat köprüsünün üstünde olduğumuz bu günlerde ve altımızdan halımız (vatanımız) usul usul çekilirken, bizim uğraştığımız şu konulara bak yarabbim. Emperyalistin ve uşaklarının gündem çarpıtmalarıyla, nasıl tufaya getirilen milletim, memleketine ithal edilen Anguslar kadar bile kendi gerçeğinin farkında olamıyor.

            Bari önce ay sonu, doğal gaz, elektrik faturanızı nasıl ödeyebileceğinizin, arabanızla ne kadar dolaşabileceğinizin, mutfağınızı nasıl düzebileceğinizin, çocuklarınızın okul masraflarını nasıl karşılayabileceğinizin ve onlara kaç para harçlık verebileceğinizin de hesabını yapmış olsaydınız hiç olmazsa. Dikkat ettiyseniz alışık olduğunuz kişisel masraflarınız bile bu saydıklarımızın içinde yer almıyor. Tabii bu sorularımın muhatabının, normal kazanç sahibi ve kazancı doğrultusunda adil vergi ödeyen normal vatandaşım olduğunu, ayrıca belirtmeme gerek var mı?
            Yandaşlarıyla birlikte geriye kalan diğer haramiler azınlığının, bizden olmadığını ve asla da bizi temsil etmediğini, bilmem ayrıca söylemeye de lüzum var mı? Bu Amerikancıların bir ortak paydaları olduğunun da acaba farkına varabildiniz mi? Bunlar asla Türk adını ağızlarına alamazlar ve oldukları halde Türk’üm bile diyemezler. Çünkü Sam amcaları mamalarını keser sonra. Yani kimliksiz ve kişiliksizdirler.

            Yıllardır adını çağırdığımız ‘Milli Hükümet’ olgusu, nihayet Ulusal Kanalda ‘eko’ buldu. Ne var ki, önce kapalı kapılar ardında kendi aralarında, Kemalist, Müdafaayı Hukuk ve Kuvayi Milliye ortak kulvarında yekvücut olduktan sonra, kamuyla paylaşılması gereken hareketin bende ne yazık ki, salt bir reyting olayından öteye gidemeyeceği kanısı oluşturduğunu, üzülerek ifade etmek zorundayım. İnşallah yanılmış olurum.


       § Aciz, âdi, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna sığınabilir; ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların Halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir. Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Hâlbuki dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle sembol olmuş bir milletiz! Değersiz hayatlarını iki buçuk gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsî durumlarından ve kendi hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.  (Mustafa Kemal – Nutuk)



         TÜRK EVLADI!
         BİLKİ BU EVRENDE BİR TANESİN
         VE ŞEREFLİ MAZİNDEN
         SADECE GURUR DUYMALISIN…

                                                                                              Serendip Altındal



1 Ekim 2012 Pazartesi

EĞİTİMDE SÖYLENMEYENLER..


EKOPOLİTİK VE MAHİYE MORGÜL  01.10.2012
    <---- Tıklayın

Sayın Mahiye Morgül, Ekopolitikte bugün yine lambayı eline aldı ve yine karanlık köşeleri aydınlattı. Ve Milli eğitim bağlamında, yine görmeyen gözlere ışık, duymayan kulaklara aksiseda oldu.

           
            Zannediyormusunuz ki Harvard’larda sıradan halk çocukları okuyabiliyor. O okulların kontenjanlarını genelde para babalarının, mafya’nın evlatları ya da beslemeleri(!) doldurur. Zira Mafya bile kendi hukukçularına ancak o okullarda saygınlık kazandırmakla, amacına ulaşabileceğini çok iyi bilir. Bu okullarda, sıradan halk çocuklarına(!) ne kadar kontenjan ayrıldığını da bir araştırın bakalım. Sıradan hür(!) halk çocuklarının oralarda okuyabilmesi, bizdekinden de imkânsızdır.
            Hür(!) Amerikan vatandaşları dediğiniz toplum, aslında en ebleh bir dünya devleti ümmetidir. Zira Amerikalı emperyalist ve tetikçi ortağı mafya, hiç kuşkusuz önce kendi milletini ardına katmak zorundaydı. Bu nedenle, yarınlarını da garanti altına almak adına, ilk önce kendi nesillerini maniple etmekle işe başlayacaklardı hiç şüphesiz. Geçen 200 yıl içinde de ülkelerinde, mebzul miktarda ümmi yetiştirmeyi ya da yandaş(!) kazanmayı başardılar(!) salimen. Şimdi bizim de kendilerinin vardığı bu ideal(!) hedefi örnek(!) alıp, hep birlikte ona doğru koşmamızı istiyorlar(!) Bu yüzden de toprağımıza, başımızda ki GNO tohumlarını ektiler ya zaten.

            Güzelim Atatürk’ümüzün MİLLİ EĞİTİM reformundan ne anladığını ve çocuklarımıza aslında hiçbir ülkede olmayan emsalsiz bir eğitim mirası bıraktığını unutmuş olsanızda, bütün taşları yerli yerine oturtan, Sayın Mahiye Morgül’ü, aslında bu perspektifle izlerseniz, olayın vahametini daha iyi anlar ve neleri elinizin tersiyle itmekte olduğunuzun da belki farkına varabilirsiniz. Bu bağlamda da, insan hakçısı(!) çağdaş Amerikan gerçeğini(!) ısrarla savunmaya kalkmanın, en azından balık pazarında biftek satmakla eş anlamlı olduğunu da belki kavrayabilirsiniz. 
                                                                                 
                                                                                              Serendip Altındal