30 Ağustos 2012 Perşembe

ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN..

     Kimdir bu Demirtaş, koskoca Türkiye Cumhuriyetinin başına AKP'siyle bir Erdoğan nasıl getirilmişse, sacayağının diğer ucundaki PKK ayağında da aynı BOP düzeneğinin diğer adamları oturacaklardı hiç kuşkusuz. Erdoğan’ın önüne prompteri kim koyduysa, Demirtaşın eline de mikrofonu aynı eller vermiştir. İşte mesele de burada yatıyor ya zaten.

    Demirtaşların ellerine mikrofonları verenler Güneydoğu dağlarında aynı ellere silahları da verenlerdir işte. Elbirliği ile içerden ve dışarıdan bizim için çok kutsal olan vatanımızı sadece bölmeye çalışmadıklarını da bilin. Çünkü aynı herifler bunu da ima etmişlerdi önceden, 'Türkiyenin her yerinde hakkımız var' diyerek. Bak, bak, bak sen. Bu açıkça Amerikalı İblisin ülkemi işgal fermanı değilde nedir? Atatürk'ün askerleri de içerde bu yüzden, ülkemizi savunmasız bırakmak adına tutulmuyorlar mı esasen.

    Yoksa Kürtler bu ülkenin dün olduğu gibi bugünde evlatlarıdır. Ne var ki bugün adları kullanılmaktadır, hepsi bu. Aklı başında olan ahde vefa sahipleri - ki bu çoğunluktur - durumun farkındalardır. Demirtaş denen çakal'ın aslında kendi aklının da basmadığı emperyalist zırvalarına değil, kimin ona bunları söylettiğine, tercümanlığını yaptırdığına, onu cesaretlendirdiğine bakın. Nasıl oldu da dünün kuyruksuz farelerinden, bugün ısıran sansarlar oluştu. İşte bunun strukturunü ortaya koyalım her şeyden önce.

    Lafı güzafı bırakalım da önce işin bu yanına bakalım, çok geç olmadan. Hala başımızda ki devşirmelerle birlikte Şeytanla dans etmeye kararlıysak mesele yok. O takdirde zaten boşuna konuşuyoruz demektir. Aşağıda ki Şeytanlı yazımın da amacı buydu zaten. Saygı, sevgi ve esenlik dileklerimle.

Serendip Altındal


   
From: Mustafa Nevruz SINACI
To: SERENDİP ALTINDAL
Sent: TuesdayAugust 28, 2012 6:44 PM
Subject: ÇOK TEŞEKKÜRLER. ŞUNA BİR BAKALIM LÜTFEN!.... ÇOK SELÂM

Demirtaş: 400 kilometre PKK'nın denetiminde

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Meclis Başkanı’nın teröre karşı hazırladığı mutabakat metninin imzaya açılmasının çok tehlikeli olacağını söyledi. MHP’nin teklifine yanıt veren Demirtaş, “Hepimizin dokunulmazlığı kaldırılsın” dedi. Demirtaş’agöre, Çukurca-Şemdinli arasındaki 400 kilometre PKK’nın denetiminde.
·                           
·                                

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır'da gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Demirtaş, ilk eleştiriyi Meclis Başkanı Cemil Çiçek tarafından hazırlanan "Milli mutabakat metni"negetirdi:
"TBMM Başkanı bu mutabakat metnini imzaya açarsa tehlikeli bir iş yapmış olur. Mutabakat metnini 'imzalayanlar' ve 'imzalamayanlar' diye STK’lar, siyasi partiler, Türkiye ikiye ayrılmış olur. Dolayısıyla, Türkiye iki ayrı kampa ayrılmış olur. Bu tür metinleri, siyasi partiler, dernekler, STK’lar imzaya açabilir. Fakat Meclis Başkanı, parlamentodaki bütün grupları temsil eden başkanı olan birinin böylesi bir metni imzaya açması çok sakıncalıdır. Benim naçizane tavsiyem kendi kişisel görüşleri olarak o mutabakat metninin kalmasıdır. Aksi taktirde aslında hiçbir şekilde yeni tek bir cümle içermeyen metin Türkiye’de bir kamplaşmanın önünü açmış olacak. Bana göre hükümet sözcüsü her ne kadar metne tepki gösteriyor gibi olsa da, bence bu metin iç ve dış politikada sıkışmış olan AKP politikalarını kurtarma metnidir. AKP’nin düştüğü çukurdan meclis başkanı eliyle kurtarılması girişimidir.Güvenlik konsepti bakış açısıyla hazırlanmış bir metindir. BDP böyle bir girişimin destekçisi olmaz."
Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde BDP milletvekilleri ve PKK'lıların kucaklaşması sonrası gündeme gelen dokunulmazlık tartışmalarına da değinen Demirtaş, şöyle dedi:
"Dokunulmazlığın kaldırılması ya da kaldırılmaması Meclis'in taktirindedir. Bu konuda AKP’nin samimi bir tutumu varsa biz başından beri şunu söylüyoruz; kürsü dokunulmazlığı hariç bütün dokunulmazlıkları kaldıralım. Milletvekillerinin ifade özgürlüğü dışında hiçbir özgürlüğü olmasın. Ama sırf bir iki milletvekilimiz için dokunulmazlıklar tartışılmaya açılırsa bu iki yüzlülük olur. Bu kadar dolandırıcılık, sahtecilik fezlekesi Meclis'te beklerken, sadece BDP’li birkaç vekilin dokunulmazlığının gündeme getirilmesi bizim açımızdan kabul edilemez bir durum olur. BDP’li vekiller dokunulmazlığın arkasına sığınan vekiller değil. Zaten bir çoğumuz hakkında dokunulmazlığımız fiilen ihlal edilmiş durumda. Davalarımız sürüyor. Polisin, savcının, yargının dokunmadığı BDP’li vekil yoktur. Dokunulmazlığımız fiilen kalkmış durumda. Bir kez daha Türkiye’yi derin siyasi krizlere sokmak istiyorlarsa, böyle hesapları varsa kendileri bilir. Biz hiç tavsiye etmeyiz. Birkaç vekilin dokunulmazlığının kaldırılmasını Türkiye’nin geleceği açısından doğru bulmayız. Dokunulmazlığımız kalkacak diye korkacak ve tedirgin olacak değiliz. Hiçbir arkadaşımızın veremeyecek hesabı yoktur. Tüm dokunulmazlıklar kaldırılacaksa buna destek veririz. Hepimizin dokunulmazlığı kaldırılsın."
'LEYLA HANIMI NE KONUŞTURDUK, NE DE SUSTURDUK'
Başbakan Erdoğan'ın danışmanlarını da "fal bakmak"la suçlayan Demirtaş, "Biraz etraflarına baksınlar" uyarısında bulundu. Başbakan'a da çağrı yapan Demirtaş, tansiyonu düşürecek açıklamalar yapmasını istedi. BDP milletvekili Leyla Zana'nın Başbakan'la görüşmesinden sonraki sessizliğini de değerlendiren Demirtaş, "Biz Leyla hanımı ne konuşturduk, ne de susturduk. Susuyorsa, kendi kişisel tavrıdır" dedi.
Devletin zirvesinin Gaziantep'teki cenazede yer almasını samimi bulmadığını savunan Demirtaş, "O tabloda bulunanlar çözümsüzlükten besleniyor" diye konuştu.
'ORDU OPERASYON YAPMADI Kİ BİTSİN'
Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde yaklaşık 40 günden beri devam eden çatışmaları da değerlendiren Demirtaş,Şemdinli ile Çukurca arasındaki 300-400 kilometrelik bir alanın örgütün denetiminde olduğunu, askerin bu bölgelere karadan operasyon yapamadığını iddia etti. Demirtaş, Ordu sadece havadan karakollara lojistik destek yapıyor. Karadaki denetim PKK tarafından ele geçirilmiş durumda. Bunu saklamak için manipülatif açıklamalar yapılıyor. Hakkari Valisi ‘operasyon bitti’ diyor. Ordu operasyon yapmadı ki bitsin. Durum öyle değil. Askeri açıdan PKK’nın bitirilemeyeceğini Şemdinli’de 40 gündür süren savaş ve acı gerçek bir kez daha ortaya koydu. Ordan çıkarılması gereken sonuç şudur. Kürt sorunu tankla topla halledilecek sorun değil. PKK askeri olarak bitirilse de Kürt sorunu ortadan kalkmayacaktır. Bence doğru sonuçlar çıkarılırsa bu aşamada ciddi radikal değişikliklerle hükümet müzakereleri gündemine alırsa hep birlikte ölümleri ve akan kanı durdurabiliriz. BDP olarak daha güçlü bir şekilde destek vermeye hazırız. Hükümetin ciddi ve radikal politika değişikliği ile savaş konseptindençıkıp müzakere konseptine geçmesi gerekir. Böyle bir sürece girilirse BDP hükümet ile bu konuları görüşür, destek olur. Ama güvenlikçi konsepttenvazgeçilmesi gerekir. İki tarafın da savaşı artık bir seçenek olmaktan çıkarıp yeni bir müzakere süreci başlatması lazımdır. Şemdinli bunu yakıcı bir şekilde göstermiştir” dedi.
Demirtaş, Suriye meselesinin başladığı günden beri Türkiye’nin asıl derdinin Kürtlerin özgürlüklerini ve haklarını kazanmaması üzerine olduğunu ileri sürdü. Kürtleri tehdit olarak gören bir Türk dış politika anlayışı olduğunu savunan Demirtaş, “Türkiye, Kürtleri kaybettiği oranda Ortadoğu’da kaybediyor. Bugün Kürtleri arkasına almayan, Kürtlerin desteğini almayan bir Türkiye, dış politikada kaybetmeye mahkum bir Türkiye’dir. Tarihsel olarak böyledir. Bir realitedir. Bir gerçektir. O nedenle Türk ve Kürt halkının geleceğini birlikte kurgulamak istiyorsak hükümetin artık Kürt düşmanlığından vazgeçmesi gerekir. Kürt fobisinden kurtulması gerekir.” görüşlerini savundu.

28 Ağustos 2012 Salı

ŞEYTANLA DANS EDENLER..

            Bugüne kadar yazılarımda ne kadar Atatürk sıraladığımı bilmiyorum. Saymayı hiç düşünmedim. Herhalde sayılamayacak kadar çok olmuştur. Zira Atatürk, efkârlı yüreğimden her seferinde kendiliğinden çıkan ve çıkacak olan mükerrer bir ant ve bir müktesebat çağrısıdır benim için. İşin sayısal yanını kendi kendime sorguladığımda ise, ahde vefa sahibi özgün bir Türkiye Cumhuriyeti bireyi olarak, vazifemi hakkıyla yapmış olduğumu ve bunun da bana en büyük ödül olduğunu düşünüyorum.
            Öyle ya başka nem var ki müktesebat olarak atfedebileceğim. İyi de, düşünüyorum da ne oluyor? Duyarsız milletimi çevremde gördükçe ara vesilelerle yine damarım geriliyor, içimde ki şeytan veya tanrı katından aldığım dürtüyle de, tekrar alıyorum elime kalemi ve başlıyorum yine saydırmaya. Zannedersem de ömrüm yettiği veya da milletim hattı müdafaayı bir kenara koyup, ‘sathı müdafaayı’ ele alınca ve ‘bu satıh da vatandır’ deyinceye kadar da yapacağım bunu.
            Pekiyi bunda şeytanın işi ne diye sorabilirsiniz belki. Onunda hakkını vermek gerekir diye düşündüğümden olsa gerekir. Öyle ya, kendisini halk eden tanrı-patronuna bile, kafasını karıştıran ilk soruyu – Şeytan olacağımı bilerek beni neden yarattın – sorarak, dinler tarihinde kabul edilen ilk fitnenin de sahibi olduğuna göre, aynı zamanda özgür düşünce ve yürekliliğe sahip olduğunu da ortaya koymamış mı? Fitne, fesat ve melanet sebebi olduğu halde, bütün nebileri yok eden tek yaratıcı, neden onu hepsine tercih ederek ölümsüz yapmış. Bunun da bir sebebi olması gerekmez mi?
            Cevaben de; her şeye günah korkusundan(!) tanrıyla başlarsanız, gün gelir işte böyle misak ı millinizi, özünde de, asal olan federe bireyliğinizi bile savunamaz hale getirilirsiniz. İşte şeytan burada bize, dostunum(!) diyene bile gerektiğinde, kuşkuyla bakmamız gerektiğini öğretmektedir belki de kimbilir. Çünkü böyle bir öğretinin vasıtasız ve direk olarak tanrıdan gelebileceğini kabul etmek zordur. Ki mantık buna derhal ‘o zaman tanrı olmazdı ki’ diyecektir. O olsa olsa, ben size akıl verdim kullanmayı bilin demiştir. Ama nasıl? Böyle hal ve şeraitler adına, bunu öğretmesi için de muhtemelen Şeytanı vasıta etmiştir. Hoş kitap böyle söylemiyor ama ziyan yok, madem ki akıllıyız(!.)
           
            Şeytanî melanet rüzgârlarını arkasına alıp, pupa yelken giden ve bize ısrarla dostum(!) diyen Amerikalıyla nasıl mücadele etmeyi, hele nasıl da muzaffer olabilmeyi planlıyorsunuz. Herhalde en az ona yakın şeytanî düşünebilirseniz, sizin için ancak ümit var olacaktır. Yoksa böyle bir ortamda, hem de Şeytan desteksiz, hani ne demeli işiniz çok zor olacaktır. Şeytana tapanların hükümran olmayı planladığı bir âlemde, vasıtasız yardımı asla tanrıdan beklemeyin. Şayet konuşsaydı, o size ‘İblis katına inersem artık tanrınız olamam. Ben size bunun için akıl verdim. Doğruya, yanlışa, gerçek ve sanal olana ulaşabilesiniz diye, onu kullanın’ diyecektir muhtemelen. Ve bize verdiği akıl ile vardığımız öngörü de budur.
            İşte tam da bu nokta da Şeytanınız – ki Şeytan ne akit yapar ne de kimseye sadakat duygusu besler, yani herkesle ve herkese de karşıdır – düşmanınıza olduğu gibi, size de yol gösterecektir hiç kuşkusuz, tabii almayı bilirseniz. Ne var ki aklınızı kullanın ve asla onunla dans etmeye de kalkmayın. Zira bir kere ederseniz artık iflah da etmezsiniz. Tıpkı Okyanuslu büyük dost(!) ve diğer sapıtmışlar gibi. Asla unutulmaması gereken de, Şeytan’ın yeryüzü mekânının Vatikan, cisminin de Amerika olduğudur.
            Sonuç olarak, Şeytanla dans edenleri hala adam yerine koyanların yuh olsun ervahına. Veya da ‘Sıkri veri non cirare’ ne demekse. Acaba İtalyanca mı(?) Burada başka bir ifade kullanmak(!) zorunda kalmamak için, bunu Şeytandan alıp araya sokuverdim. Yoksa çatlardım. Fanteziden geldiği için fanteziye gider. Belirgin bir sıfatı ve kaynağı yoktur. Yani kişi nasıl alırsa odur. Ama bu bağlamda da bilinmelidir ki, ‘bir şey aynı anda iki şey olamaz’ salt mantığına bile sahip olamayanlar, tutarlı fikirle, tutarsız olanı – yani kendilerinden hayati kararlar beklenirken, akım derken bokum diyenlerde, fikir olamayacağını - nasıl ayırt edebilsinler ki. İşte, hani hep sorguladığımız şu meşhur, seçmenle sıçman arasında ki fark(!) da bu değilmidir aslında.
            Tez, antitezin zıttı olmazsa bilgi de olmaz. Çünkü her şey zıttıyla kaimdir. Ve Şeytan olmasaydı tanrıyı kimse takmazdı. Şimdi burada da söz hakkını, şeriattan önce var olmuş tefekküre bırakmamız gerekiyor. Mademki Şeytan bize arada fitne de yaptırıyor, bir fitne de biz yapalım ve bizde o klasik soruyu soralım o zaman. Acaba insan mı tanrıyı, yoksa tanrı mı insanı yarattı? Öyle ya, her ne kadar Şeytan gibi ölümsüz değilsek de, mademki bize bağışlanan özgün bir aklımız var(!) kullanalım o zaman.
            Şimdi birileri tanrı ve Şeytanla çok uğraştığımızı söyleyebilir. Hatta bize kâfir de diyeceklerdir hiç şüphesiz, kimlere demediler ki? Tanrıyla yatıp, Şeytanla kalkan, Türk’ü sadece at, avrat, silahla genelleyen bu birilerine, bir parantez açalım o zaman. Şimdi atınız Ferrari’ye, avratınız metrese, silahınız da cebinizde ki otomatiğe dönüşmedi mi. O halde sizler için ne değişti kardeşler. Bizde ise her üçü de yok. Ne yani şimdi bizi Türk kabul etmeyecekmisiniz? İşte tüm bu kafa yapısında ki, Şeytanla da dans eden sapkın ve eblehlerin ülkesinde, sayelerinde burnumuz boktan kalkmadığına, din iman, hak hukuk da kalmadığına göre, Allah rızası için söylesinler bari başka neden bahsetseydik.

            Artık günleri sayılı olan Amerikalının son çırpınışla, Şeytani bir savunma planının içine sizi de adım adım sürüklediği bir dönemde, sizinle sözüm ona yapacağı her zaman ki gibi tek taraflı antlaşmalara(!) mı güveniyorsunuz? Vakta ki işin sonunda Amerika yine baş patron olarak yenidünya düzeninin başına oturursa, zannediyormusunuz ki size verdiği şeytanî vaatleri yerine getirecektir. Pardon anlayamadım! Bir şey mi söylemiştiniz(?)
            İşte bu bağlamda da, ne zaman şeytanî, ne zaman tanrısal-ruhanî düşünmeniz gerektiğini üstlenecek olan da, sadece size bağışlanmış olan aklınızdır. Başka şeyiniz değil. Aslında hep sözünü ettiğimiz ve insan dediğimiz, şeytan-tanrılık tam da böyle bir şeydir işte. Zira hiç aklınızdan çıkarmayın ki, karşınızda, kilisesinde tanrısına ilâhiler dizerken bile palyaço geceliğine bürünüp, Şeytanla yatağa giren güvenilmez sahte dostunuz(!) Amerikalı vardır.

            §  Küreselcilik tanımıyla, boşuna ama şeytanca yenidünya liderliği hesapları içinde olan Amerikalının, AB, Arap dünyası ve bizimle de oluşturmaya kalktığı global defansın(!) karşı cephesinde kimler vardır. Bunlar Rusya, Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Hindistan, muhtemelen de harp karşıtı olduğundan – ki yeterli gücü olmadığından asla değil – kâğıt üstünde ağır basan tarafla el sıkışacak – ‘handshake’ yapacak – bir Japonya ve üçüncü dünya başlığı altında ki tüm diğer özgürlük savaşçılarıdır.
            Yakın tarihimizde, aramızda ki göbek bağının daha derunî olması gereğiyle Rusyayı ayrı bir yere koyalım ve ona biraz daha analitik bakalım o halde. Vietnam’ın Ho Chi Minh’i, Çin’in Mao Zedong’u, Rusya’nın Stalin’i, Hindistan’ın Gandhisi her ne kadar bizim Atatürkümüzle mukayese edilemezlerse de, onun gibi uluslarının kaderlerini değiştirip, devletlerini dünya önderliği sıralamasına sokan liderlerdir. Marx, Lenin gibi, Sovyet Sosyalist devletçiliğin çıkış beyinleri olan liderleri bir kenara koyup da neden Stalin dedik.
            Bana göre, Leninden sonra Batılı parmağıyla çürütülmeye ve rejim zaaflarına düşürülmeye başlayan Sovyet Rusya’nın başına, bir başkası yerine, Sovyet rejiminin ‘tek komiserlik’ zaafını iyi kullanan ama Bolşevik rejime sapına kadar da sadık kalan, Stalin gibi bir lider gelmemiş olsaydı, Rusya daha o zaman havlu atmış ve dünya liderliğine soyunan büyük devlet imajını yitirmiş olacaktı.
            Stalin sivri çürüklerden ki, bunlar Hıristiyan, Ortodoks, Budist biraz da Müslüman cemaatler, dergâhlar ve Sovyetlerin arasına entegre edilmiş diğer asosyal güruhlardı. Olayın akışıyla, şimdi bizde de yaratılmak istenen separatizmle müthiş benzerliği yadsımamalıyız(!) Stalin’in bütün bu, ülkesinin birliği karşıtı güruhlardan – Arap baharı lejyonerleri gibi -, yaklaşık iki milyon kadar insan telef ettiği biliniyor. Çürümüşler ve Amerikan rüyasıyla(!) kanına girilip, beyni yıkanmışlar(!) ayıklandıktan sonra, bugünkü görüntüsünde Sovyet Sosyalist değil ama özünde olan, yeni büyük Rusya çıktı ortaya. İşte bugünkü Rusya da bütün büyüklüğünü aslında Stalin’e borçludur da o yüzden.
            Sonunda Stalini suçlayanlardan biri olan Gorbaçov geldi de ne oldu. Glasnost (açıklık) ve perestroyka (yenilenme) gibi aslında kendi aklının da ermediği emperyalist senaryolarının(!) – Erdoğan’ın BOP ile tufaya getirildiği gibi - tufasına getirilip, üstüne Okyanuslu iblisle dans etmeye de kalkınca, 90 lı yıllarda Komünizme varılacağı iddia edilen büyük Sovyet rüyasını, aynı yıllarda sonlandırdı ve de burnunun üstüne çakıldı – Erdoğan’ın Arap baharına ve PKK açılımına çakıldığı gibi –. Sonuçta Amerikan iblisi güle oynaya dünyanın tek lideri yapılmış oldu(!). İşte bugünkü tüm sorunlarımızın ana sebebi de budur aslında, yani Sovyet bloğunun çökerek, dünya dengesinin şimdilik Amerika lehine bozulması. İşte Stalin karşıtlarının tek becerileri(!) de bu olmuştur esasen.

            Yukarda, Stalin’in din kardeşleri dururken, en az Müslümanların telef olduğunu söyledik. Çünkü diğerlerine göre, Sovyet Sosyalist rejimine cuk oturan, en uygun ve özünde Sosyalist olan son kitaplı dindir İslam. Hatta Marx’ın bile Sosyalizm’i, İslam’dan fikir alarak özümsediği söylenir. Stalin gibi bir entelektüelin de İslam’a ayrı bir paragraf açmış olacağı, şüphesiz tartışılmamalıdır. O halde bizatihen İslamist olduklarını iddia eden aydınların da, bu gerçeği çok iyi anlamış olmaları gerekir. Ve belki de bu yüzden emperyalist Batı, sürekli olarak İslamla uğraşmakta, İslamı ısrarla çürütüp, yumuşatarak(!) özünden çarpıtıp, üstünde kimsenin itiraz edemeyeceği(!) ‘acil bir reformsal(!)’ gerekçe hazırlamaktadır(!) İşte Pensilvanya tutsağı sahte İmamda, hâlihazırda bu amaçla görevlendirilmiştir.
            Reform demişken de, helak olacak 72 fırkayı ve küllen de bunlara bağlı bütün cemaat, dergâh, tekke vs. yi bir kenara koyup, ashabın aklî İslamına yönelmek için de, tek ve elde kalan en son reform ise, bizatihi olarak ‘Kemalizm’in özünde yatar. Bu bağlamda da, önce ‘Kemalist’ olmadan gerçek İslama avdet edemeyeceğinizin de hesabını çok iyi yapmak zorundasınız. Haydi, bakalım o zaman önce Kemalist (Kemalce)  düşüncenin ve ahlakın ne olduğunu öğrenin ki, yeniden İslamla buluşmanızın veya İslamî imana sahip olabilmenizin de önü açılmış olsun. Şayet ne demek istediğimizi anlayabiliyorsanız, emperyalist’in neden Atatürk’le uğraştığının asıl amacını da, anlamışsınız demektir.

            Artık vakit, adı ‘Kuvayi Milliye’ olan tek milli partinin bayrağı altında toplanma vaktidir. Şayet bu bayrağı CHP açarsa ne mutlu, kendisine yakışanda bu olur esasen. Yoksa ondan da vaz geçeriz. BİLİNE!!.

                                                                                              Serendip Altındal


23 Ağustos 2012 Perşembe

SPOR LİDERLERİNE..

            Köşelerimizden yıllardır söylemeye çalıştığımız gerçeklere nihayet bugün, futbol gibi kitle sporu adamlarının da duyarlı bakmaya başlaması, bizim için pozitif bir algıdır ve buna çok sevindiğimi söylemezsem kendi adıma haksızlık etmiş olurum. Ne var ki, daha ne kadar günahsız evladı ölmelidir bu aziz vatanın da, milleti duyarlılık kazansın. Bravo Fatih hoca, İnşallah bu hepinizin adına geciken ama iyi bir başlangıç olur.
            Şahsen daha önce, aciliyeti en fazla olan bu konuya, tükenmez geyik muhabbetlerinden, aynı kardeşlerin vakit ayırabildiklerine fazla da şahit olmamıştık. Sonunda sıra kendi evlatlarına, aile bireylerine, yakınlarına da gelince mi açılacaktı gözleri, Fatih Terimlerin ve diğer kardeşlerimizin. O vakit de tren çoktan kaçmış olmayacakmıydı acaba kendileri için.
            Bildiğim kadarıyla Fatih Terim Adanalıdır. Komşu Antep ten sonra, sıra da Adana da olabileceği için mi kâbustan silkiniverdi birden. Oysa çok öncelerden, daha BOP kısaltmasıyla tanıştığımız ilk günlerden itibaren, bir gün bu ucubenin bize kader yapılacağının işaretini almamışmıydık. Nerelerdeydi akıllarınız o zamanlar beyler. Daha ne kadar evladımız boku bokuna ölmeliydi de – ki daha neler olacak – beyzadelerimizin gözleri açılsaydı. Menfaat küplerini ellerinizin tersiyle itip, bir an önce de adam sandıklarınızın, altın suyuna batırılmış tenekeler olduğunu anlayabilmeniz için, karatlarını da mı ölçmeniz gerekiyordu.

            Bu konu daha ilk gününden itibaren artık milli davamız olmuştur. Ve Güneydoğu hudutlarımızda konuşlanan, gerektiğinde de, nasıl Peşmergeler Irak ta Amerikan ordu çuvalı – üniforması - giymişlerse, kendileri de ülkemizde ki bazı çakma PKK komplolarında(!) Peşmerge çuvalı giyen Conileri – ki son Antep olayına da parmak attıkları gün gibi açıktır –, bizatihen cephemize almadıkça ve başımızda ki devşirmelerini, artık yeterince olmuş dutlar gibi tepemizden silkmedikçe, bu davadan da kurtuluş yoktur.
            Bu noktada, içlerinde ki hükümet yalakası güvenilmez iş adamlarını ve profesyonel siyasi marjlı olanlarını tenzih etmek kaydıyla, geriye kalan bütün yiğit ve vatan evladı spor liderlerine, çok iş düşmektedir artık. Haydi bakalım spor emekçileri, gösterin delikanlılığınızı da, önce sizler örnek olun talebelerinize. Bari sizler koyun ortaya kalıplarınızı da, gösterin öncelikle devşirme hükümetinize, sonra da 30 Ağustos’u Çankaya da kutlamaya hazırlanan, Osmanlı saray paşalarına(!) ve diğerlerine, delikanlı kime derler ve nasıl delikanlı olunur.
            Haydi yiğitler, gerektiğinde topa vurduğunuz tekmeyi, işe yaramaz kıçlara da nasıl vurabileceğinizi koyun ortaya. Koyun da, yüce Atatürk’ün gerçek evlatları ve ona layık olarak, siz de emsali olmayan bir mucizeyi, sokuverin yedi düvel’in gözüne. Zira delikanlılık,  boynundan madalyon sarkıtıp, kadınlara bıyık burmak, afi kesmek, düğün dernekte silah atmak veya Âdemoğluna olur olmaz efelenmek demek değildir. O olsa olsa magandalık, kıroluktur. Delikanlı diye, ayrıldığı çaresiz ve korumasız eşini birkaç yerinden bıçaklayana ise hiç demezler. Hele bu gibiler, illede birilerini şişleyeceklerse, kaldırsınlar kafalarını da bir hudut ötelerine bakıversinler ve oralarda ne şişlemelikler olduğunu görsünler, çaresiz kadıncıkları şişleyeceklerine de, onlara hiç olmazsa delikanlı diyelim bari.
            Delikanlılık her şeyden önce Atatürk gibi olmak ve Kemalce (Kemalist) düşünmek demektir. Hadin bakalım eski sporcular, mademki gerçekleri uykuda ve sanal delikanlılar ortada, iş sizlere düşüyor demektir artık. Başlayın bakalım o zaman bizzat talebelerinizden, delikanlı yetiştirmeye de görsün bu âlem.

            Yukarda tüccar ve siyasetçi ayırımı neden yaptık. Bunda da bir ayırım yapmak gerekirse, tüccarın parayı müktesebat yapmış olanı ve siyasetçinin de siyaseti profesyonelleştirmiş olanını aslında tenzih ettiğimiz bilinmelidir. Bunun da nedeni, böylelerinin parayı ve asla da hak etmedikleri makamı ellerinde tutmak için, gerektiğinde ailelerini, tanrılarını bile satarken, vatanlarını da satmış olmalarının, gözlerinde hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığını bilmemizdendir.
            Bu siyasetçi tipinden örnek mi lazım, bakın etrafınıza, logosu ampullü bir iktidar partisi var AKP denen, oysa tek kandilli ve bütün yağdanlıkların da o tek kandile çalıştığı, bir yağdanlıklar partisidir aslında. Ne var ki o kandil de bütün beslemelere rağmen giderek, ha söndü, ha sönecek. Şimdi neresi bunun, Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil eden elle tutulur siyasi görüntüsü. İşte başımızda ciddi bir devletimiz olmadığından dolayı ve dış dünyada da bizi yağdanlık olarak gördüklerinden, gelen giden banıyor ya bize.
            Şimdi bu neviden tüccar mı arıyorsunuz? Bakın o halde biraz daha alıcı gözle çevrenize. Kara paraya odaklı, ithalat ekonominizde, arada sırada ya nasip diyerek verilen devlet teşviklerine rağmen, milli bir yatırımcı görebilecekmisiniz. Milli yatırımcı adına, bütün göreceğiniz, iktidar yalakası, har vurup harman savuran, Ferrari, Maserati vs. tutkunu bir sürü tipsiz at cambazı yandaş. Şimdi bu kaşalotlarla mı, yüce Atatürk’ün harp sonrası yorgunu Türkiyesiyle bile realize edebildiği, o dönemin dünya lideri Türk Ekonomi Mucizesini aşmayı(!) düşünüyordunuz yoksa. Ama sömürgeciye biat etmişsen, ekonominde işte böyle sömürge ekonomisi olur. Atatürk’ün öyle bir dönemde bile milli yatırımcıyı nasıl bağımsız kılıp, nasıl yüreklendirerek organize ettiği ise, aslında başımızda ki haset ve kıskançlıkla atıp tutan tutsakların, ibretle alması gereken emsalsiz bir derstir.

             Siyasetçi adına son olarak şöyle bir tanımlama yaparsak, konuya daha fazla açıklık getirmiş oluruz belki. Devrik, düşük, cahil, cühela olmayan hangi aklı başında insan, yüce Atatürk’e profesyonel siyasetçi diyebilir şimdi. Oysa o da hayatının son dönemlerinde üniformasını çıkarıp, devlet adamlığı yapmış ve devletinden sembolik bir maaş da almıştı. Demek ki, istisna da olsa tarihe mal olan siyasetçiler de vardır ve uluslarının kaderini değiştirmek adına, var olmak zorundadırlar da aslında. Hiç şüphesiz tüccar içinde de, misak ı milli mücadelesinde, atasının yanı başında yer almış ve kutsal mücadelede her şeyini ortaya koymuş, adam gibi adam olabilen ve öyle de kalabilen istisnalar da vardı ve onlar da her zaman olacaklardır.

            §  40 yıllık sistem analist ve organizatör perspektifimle, bu adamların sisteminden(!) somut bir şeyler çıkaramadığıma bakıyorum da, bunda mantıksal bir olgu bulamıyorum  – ki buna normalde imkân yoktur - . Bunun tek nedeninin, gerçekte bir sistemlerinin olmadığı, güne göre yaşatıldıkları ve bütün siyasi icraatlarının ancak, önceden yazılı veya sözlü -  belgesiz – olarak kendilerine iletilmiş olabileceği kanısına varıyorum. Bununla aslında çözülmemişlik de ortadan kalkmış oluyor. Bu nedenle de devşirme denmiyor mu onlara esasen.
            Çünkü otonomisi kendi elinde olan her hükümetin – ki hele de tek partiyse – mutlaka parti orijinli bir programı olmalıdır ve parti de, asla tek adamın ağzına da bakılmaz, her şeyleri o tek adam bilmez, her kesin fikri ve söz hakkı vardır, hatta Atatürk’e bile bakılmamış, Atatürk her zaman kendi görüşünü belirtmiş ve ekseriyet kararlarını onaylamıştı. En akil yine kendisi olduğundan, genelde de hep onun görüşleri kabul görmüştü. Şayet tek adam partisi bile olmuş olsa, o tek adamın da bu kadar saçmalamasına, kendini her adımında böyle tekzip etmesine, normal insan doğasında imkân olmadığı gibi anormalinde de ortaya koyan bir misal yoktur.
            Demek ki AKP dedikleri aslında bir parti de değildir veya başlangıç programlarını kenara bırakmak zorunda bırakılmışlardır. Ki bunu da önceden tespit edebilen aralarında ki gerçek akil olanlar, onlardan çoktan yollarını ayırmışlardır. Pekiyi nasıl oluyor da o zaman, normal veya akil olduğunu iddia edebilen insanlar, böylesi tek lidere biat edebiliyorlar. İşte sorunda burada yatıyor esasen. Ya kendileri iddia ettikleri gibi değiller veya da enorm bir menfaat ilişkisi var aralarında. Pekiyi biz şimdi hangisini alalım(?) Her iki şıkta da, iddia ettiğimiz gibi aslında milli bir devletimizin olmadığı ortaya çıkmıyor mu?
                                                                                  
                                                                                              Serendip Altındal




17 Ağustos 2012 Cuma

BAZEN ÇİZGİ ÖTESİNE UZANDIĞIMDA..


            Renklerin derinliğine gömülürken arzular
            Güzelyalı yakamozlarında son kez duraklar
            Özlemle karıştırırken içlerinde anıları
            Nedense onlar ağır ağır uzaklaşır
            Geçmişi boylar
            Belki de kalan en son anılar
            Karşıdan bana doğru koşan küçük adımlar
            Ve papatya tarlasında gelinciklere dolanan
            O minicik ayaklar
            Maytaplı yılbaşılar
            Süslü çamlar
            Yaş günleri, Herrenhausen’lar
            Minik mumlu pastalar
            Havuzlarda boneli küçükbaşlar
            Ve anneleriyle kızlar
            Hepsi sırada, hepsi hatırdalar
            Sen, ben, onlar hepimiz büyüdük artık
            Hüzünlü bakışlarımızdan kararsa da aynalar

            Derken akşamı ettik bugün yine
            Uzanır ellerim şimdi heyulamdan gökyüzüne
            Yakalamak için ip atlayan yıldızları semada
            Her ne kadar hepsi hayal olsa da
            Ama içlerinde bir tanesi var
            Farklı bir düşüncede, başka bir görüntüde
            Bırakırda ipini arada sırada
            Bana göz kırpar
            Belki gizli bir duygusallıktır bu aramızda
            Onun bildiği ama benim bilemediğim
            İşte belki de buydu
            Sonunda anlatmak istediğim
            Sanki bir mabetten gizemli bir mesaj alır gibi
            İçeriğini göremediğim
            Sen, ben, onlar hepimiz büyüdük artık
            Bakarken gözlerimin içine
            Aynamda silinmekte olsada yavaşça benliğim..

                                                          
         En içten duygularımla bayramınızı kutlar ve aziz vatanımızda ailenizle birlikte bütün mutlulukların, ebediyete kadar sizinle olmasını dilerim.
                                                Serendip Altındal  
            




15 Ağustos 2012 Çarşamba

SORMAK ZORUNDAYIZ..

            Son günlerde geceleri, gün geçtikçe de artan köpek sesleriyle uyanmaktayım. Bu hayvanlar, genellikle de tatil bölgelerinde, çocuklarını mutlu edeceklerini düşünen anne ve babaların ‘Pet Shop’ lardan (ev hayvanları dükkânları), yavruyken alıp sonra da bakamadıkları gerekçesiyle, maalesef sokağa terk ederken de çocuklarına adeta sadakatsizlik dersi(!) verdikleri köpeklerdir. Unutulmasın ki, onlar da bizler gibi can ve ruh taşıyorlar. Evin sevilen bir ferdi olup da, ailesi olarak gördüğü insanları tarafından birdenbire sokağa terk edilince, bu hayvancıkların da doğası bozuluyor. Agresif ve saldırgan oluyorlar genellikle. Ve ne yazık ki gıdadan önce, ruhî rehabilitasyona ihtiyaç duyar hale geliyorlar.
            Tıpkı sokağa terk edilen ve çoğumuzun ‘tinerciler’ diye yaka silktiği çocuklarımız gibi. İşte istemedikleri ve hiç de hak etmedikleri halde, toplumu taciz ettikleri gerekçesiyle toplanıp kafeslere kapatılan veya daha da radikal yollarla telef edilen, asosyal olarak da görülen, canlı güruhları işte böyle oluşuyor. Yani kaynağı, sevgisizlik ve ilgisizlik olan bir eksikliğin tezahürüne, kendilerini elimine eden toplumları tarafından, kısaca taciz deniliyor.
            Mesela Brezilyada, sayısız sokak çocuğunun, polis tarafından toplanıp öldürüldüğü, daha yakın günlerde açıklanmıştı. Ayrıca, yıllık bütçeleri Türkiye’mizinkinden fazla olan Amerikan ulusal güvenlik (NSA, CIA vb.) birimlerince, sahipsiz çocukların toplanıp özel kamplarda profesyonel tetikçi, uluslar arası radikal terörist olarak yetiştirildiklerini ve beşer kontrolü adına üstlerinde acımasızca, sibernetik kobay testleri uygulandığını da biliyorsak, meseleye daha insanî bakmamızın, aynı ölçüde menfaatimiz gereği olacağını da kabul etmemiz gerekir.

            Çözüm olarak da; hayvancıkları önceden çok iyi düşünüp sahiplenmeyi, sahiplenince de terk etmemeyi öğrenmeliyiz. Ve her türden bütün bu hayvan severler, gayesiz boş gösterilerle mutlu olmak ve göz boyamak yerine, işin önce akli olacağını düşünüp, sokağa terk edilmiş ve meraklısına pazarlamak amacıyla, genetiğiyle oynanarak yaratık haline dönüştürülmüş hayvancıkların sırtından, uluslar arası rantlar oluşturan, kontrolsüz ‘Pet Shop ekonomisiyle’ mücadele ederlerse şayet, gerçek anlamda hayvan sever kabul edilebileceklerini de unutmamalıdırlar. Sokağa terk ettiğimiz çocuklarımızı ise, bize karşı devşirilmiş Yeniçeriler olarak, düşman saflarında tekrar karşımızda bulmamak için, onları sevgiyle kucaklayıp, parasız meslek okullarımızda eğiterek, önce kendimiz için kazanmak zorunda olduğumuzu görmeliyiz.
            . 

            §  Vekil bu ne kofti vekilliktir! Yanında beyliğin yokmuydu? Tam da, şerefli bir nefsi müdafaa gerekçesiyle, kendininkinin yanında devletinin de onurunu koruma fırsatı ayağına kadar gelmişken, tırsladın ve iki eşkıya PKK formatlı Amerikan askerine(!) kendini gasp ettirdin. Hiç mi yüzün kızarmadı, belki de onlardan en az ikisini götürebilecekken, silahını herhalde yanına bile almamıştın, yumruklarında mı yoktu. İnsan götürebildiğini götürür ve gerekirse kendi de ama şerefiyle birlikte giderdi. Arkandan da ailen ve devletin seninle gurur duyar, kıymet bilir onurlu milletin, belki bir yerlere heykelini bile dikerdi. Vekillik vatanına kendini adamışlıktır. Yoksa sizin oralarda durum böyle değil mi(?)
            Bu ise, olayın ilk görüntüsünün hemen aklımıza çarptığı bir varsayımdır. Bir de işin kriptografik(!) yanı var tabii. Yani senin, CHP’nin son sorunu olan Dersim olayı tetikçisi olduğuna da bakınca, aklımıza kötü şeyler de gelmiyor değil hani. Şimdi ki kaçırılmanla(!) oldu iki sorun. Neydi zorun da, kardeş kardeşe PKK namlı, Amerikan Lejyonerleriyle birlikte gidiverdin. Maksadın bu emperyalist separatistleriyle yeni bir anlaşma zemini ortamı oluşturmak ve arkanda koca Atatürk partisini de kalkan olarak kullanmak’mıydı acaba. Şimdi bunu sormayalım mı yani.
            Oysa Dersim bize göre, Atatürkçü Diyap Ağalarıyla, Milli Mücadelede Kuvvacı duruşuyla, Cumhuriyet tarihimize onurla da geçmiş bir yöremizdir. Ve çok iyi biliriz ki, özellikle de Aleviler dün olduğu gibi bugün de Atatürk’ümüzün ve Cumhuriyetimizin yaşayan temel taşlarıdır.
            Diğer taraftan bütün sömürgecilerin de ısrarla üstüne oynadığı bir bölge olduğu için, gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet tarihimizde kötü anılar ve yaralar oluşturmuş sorunlu bir bölgemizdir de aynı zamanda. O zamanda olduğu gibi Bugünde, içimizde ki hainlere, separatistlere yataklık yapmış ve yapmakta olan bir bölgedir de ne yazık ki hala. Bu bağlamda da, aslında aşırı vicdan sahibi Atatürk’e haksız olarak yüklenen bazı densizlere cevaben, bırak PKK’yı, şayet Seyit Rızaları, Şeyh Saitleri, Koçgiriler’i tekrar yaşayacaksak, kendi adıma tüm melanet yataklarını, haritadan bile kazırdım demek zorundayım.
            Ve aksini düşünen Dersimli ye de, bu noktada bir sormak gerekir. Şayet Dersim ABD de bir bölge olsaydı nasıl olurdu, o zaman ne söyleyebileceklerdi bu konuda acaba. Oralarda separatistlerin başına neler geldiğini, nasıl geceden sabaha, çoluk çocuk yok olduklarını mesela Almanya da bile separatist dahi olmadıkları halde, bütün suçları sosyalist-anarşist olmak olan Meinhof’ların başına neler geldiğini, bir soruşturuversinler zahmet olmazsa.
            Ondan sonra da böyle olayların insan hakçısı geçinen gelişmiş devletlerden bir daha duyulmadığını veya belki de bize duyurulmadığının da bir muhasebesini yapmaları, kendi yararlarına olacaktır. Eğri oturup, doğru düşünmek ve de haksızlık yapmamak lazım yüce Atatürk’e ve Türk Ulusuna.
            Emperyalistin, bugüne kadar sömürgeleştireceği ülkelerde ilk önce üstüne oynadığı ve her zaman da oynayacağı güruhlar, öncelikle süratle devşirerek separatist yapabileceği, kendilerini azınlık olarak gören ve hissedenlerdir. Duyduk ki o bölgede fazla sevilirmişsin, söyle enişten seni neden öpüyor böyle, kerameti nedir bunun. O halde şimdi açık söyle vekil! Sen de bir separatistmisin veya kendini bizlerden mi, yoksa onlardan mı hissediyorsun.
            Bir masa zirvesi oluşturmak adına, sana ‘abi’ de diyen ve Kürtçülüğünü onore eden PPK’lıyla, ikili mi oynadın veya oynamak zorunda mı bırakıldın. Şayet böyle değilse mesele yok, sözlerimde yine haklı olduğum halde senden özür dilerim. Ama öyleyse, haklı olduğumla yetinmelisin sadece, o zaman da aşağıda ki soruları vekili olduğun partine sormaktan da bizi kimse alıkoyamaz. Ne ki bu soruları, muhtemelen AKP bu zemini hazırladığı için tufaya düştüğümüzden değil ama kendi inisiyatifimizle ve tamamiyle de kendi adımıza soruyoruz.

            Soru 1. Separatistlerin Atatürk’ün partisinde göbeklenmesi nasıl kabul edilebiliyor. 
                         Koca CHP’ nin antin kuntinle işinin olamayacağı ve birkaç hamsi beyinlinin 
                         tezgâhına getirilemeyeceği, yoksa yine bazı beyinsizler tarafından 
                         hazmedilemedi de, bunların partiden tasfiyesi mi sorun oluyor?
            Soru 2. Yüksek parti meclisi tam kadro olarak gerçekten 6 oku mu temsil ediyor, 
                         yoksa sapkın fantezileri(!) olanlar var mı içlerinde hala?          
            Soru 3. CHP yönetimi doğru çizgide Kemalist mi, yoksa hala bir eksen saplantısı 
                         taşıyor mu? Zira hayatını koyarak, açık taşla dama oynamak, kapalı kâğıtla
                         poker oynamaktan daha fazla yiğitliktir. Hele yüzme de bilinmiyorsa, havuzun
                         dibi görülmeden içine adım atılmaz.
            Soru 4. Parti meclisinde, Dilek Atagünyılmaz gibi genç yaşına rağmen gerçek 
                         Kemalistler  – ki aslında onların Atatürk’ün partisini temsil etmeleri 
                         gerekirken -, neden yer almazlar veya alamazlar(?)

            Yukarıdaki görüş ve sorularımız, bazılarını rahatsız etmiş olabilir. Sakın kimse alınmasın. Yüce Atatürk’ümüzün partisinden ve küçük Kemalden, sapına kadar ‘Kemalce’ (Kemalist) duruş beklentisi içinde olan – ki son dönemde bu memnuniyetle de izlenmektedir - ahde vefa insanları ve bu kutsal partinin de asal sahipleri olarak, bu soruları her zaman sorup, cevaplarını da sonumuza kadar araştırmak zorunda olduğumuz bilinmelidir.
            Bu arada dikkat edin de hemşerilik zaafının aşırı iyi niyeti(!) sonunda size fatura edilmesin. Ve asla da aklınızdan çıkarmayın ki, ‘kilometreler âleminde, hala santimleyenlerle’ hiçbir yere varılamaz. Şayet Kemalist doğruya imanla bakmış olsaydınız, yüce atanızın 90 yıl evvel tespit ettiği işte bu doğruyu da içinde görmüş olurdunuz.
           
            Kendi partimiz olan CHP’ ye acılı turşu suyu var da, MHP’ ye yok mu? O zaman haksızlık etmiş olmazmıyız? Bu bağlamda da, muhalefet yaftası altında ucuz milliyetçilikle(!) – ki bu nasıl milliyetçilikse -  şişinen MHP’nin, böyle bir dönemde(!) CHP’nin çağrısına uymayarak meclis toplantısına icabet etmeyip, ense yapmaya devam etmesi, anlaşılır gibi değil. Boyunu aşan kelamda bulunan Vural’ınıza bakarsak, MHP’nin de AKP den ne farkı kalıyor o zaman, demesemiydik.
            Ulan her gün şehit verdiğimiz yurdumuzda ve başımızda ki çakma hükümetin(!) hükümet olmadığı bir mecliste, muhalefet olmayacak da kim olacak, o zaman nerede toplanır ve ne işe yarar o muhalefet şayet muhalefetse. Yalandan da olsa, tüyü bitmemiş şehit yetimlerinin sırtlarından aldığınız maaşlarınızı, biraz hak etseydiniz bari efendiler.
            Sen neyin nesisin böyle MHP, daha yolun başında Gül’ü de Çankaya’ya taşıdığına bakılırsa, yoksa AKP’nin gizli misyon ortağısın da bizimi kafaya aldınız milliyetçilik masallarınızla(!). Veya da çaktırmadan Coniye pas mı veriyorsunuz?
            Cumhuriyet tarihimizin ilk’i olan bu ucube dönemin mimarı AKP’ ye, değil turşu, lahana suyu bile fazla. Hele ‘Birkaç Mehmet için meclis toplanmaz’ diyebilen AKP’liyi ise, insan olarak muhatap almanın bile bende sinir zafiyeti yaratacağını gördüğüm için, onu tenzih ediyor ve size havale ediyorum.
           
            Çünkü bize bireyliğimizi perçinleyen ÖZGÜR VATANIMIZ ve ULUSAL MÜKTESEBATIMIZ, BİZİM İÇİN HER ŞEYDEN KUTSALDIR. Ve KEMALİST DOĞRUNUN pergele ihtiyacı olmadığını da çok iyi biliriz. Zira pergelle doğru çizilmez ama iyi tekerlek(!) çizilir mesela. Ki bu da bizi bozar(!). O halde alınacağınıza, atın pergellerinizi ve alın ellerinize biran evvel cetvellerinizi de, vakti gelmişken ve çok geç olmadan MİSAK I KEMALİST DOĞRUMUZU, hep birlikte yeniden çizelim efendiler.
           
                                                                                                          Serendip Altındal



12 Ağustos 2012 Pazar

İLK DOĞACILARDAN GÜNÜMÜZE..

         İlk bilinen, tarihle belgeselleşmiş doğa filozoflarının bazılarının külliyatından, bize de uyarlı olacağı düşüncesiyle seçtiğim birkaç deyişi, aşağıda görüşlerinize sunuyorum.

Zenon
- Kardeşlerinizin sayısını arttırın. Bedenler ilaçlarla şifa bulduğu gibi canlar da, kardeşlerle beka bulur.
- Zenon sahilde hüzünlü bir halde dolaşan ve dünyaya sitem eden bir genç görmüştü. Ona, Genç adam! Dünyaya bu kadar sitemin niye? Çok zengin biri olsaydın ve servetini yüklediğin bir gemiyle denize açılsaydın, gemi yara alıp batmak üzere olsaydı, bütün istediğin varlığını gözden çıkarıp canını kurtarmak olurdu değil mi?" dedi. Genç, "Evet" dedi. Bunun üzerine şöyle dedi: "Büyük bir kral olsaydın ve çevren seni öldürmek isteyenler tarafından sarılmış olsaydı, tek dileğin krallığını bırakıp canını kurtarmak olurdu değil mi?" Genç adam buna da "Evet" diye cevap verdi, Bu cevap üzerine şöyle dedi: "Öyleyse sen hem çok zengin bir adam, hem de kralsın!" Genç bu sözle teselli bulup haline sevindi.
- Yaşlılığında kendisine şöyle denilmişti: Nedir bu halin? O da şu cevabı vermişti: Gördüğünüz gibi ağır ağır ölüyorum. Peki, öldüğünde seni kim defnedecek?' Diye sorduklarında ise şu cevabı verdi: Yükselen kokular kimi rahatsız ederse o!
- Hakkı kendinizden verin! Onu sahibine vermediğinizde hakkın husumetine maruz kalırsınız.
- Mal mülk sevgisi şerrin belkemiğidir. Çünkü diğer kötülükler ona ilişiktir. Arzulara düşkünlük de ayıpların belkemiğidir. Çünkü diğer ayıplar ona ilişiktir.
- Dünya kendinden kaçana yetiştiğinde onu yaralar. Kendisini istemeyeni ele geçirdiğinde ise onu öldürür.
- Günlük yiyeceğinden başkasını istemezdi. Bir gün, 'Kral sana kızıyor' denilmişti. O da şöyle karşılık verdi: Kral kendinden daha zengin birini sever mi?!
- Çekirgede yedi büyük hayvanın yaratılışı mevcuttur: Başı at başı, boynu öküz boynu, göğsü aslan göğsü, kanatları kartal kanadı, ayakları deve ayağı, karnı akrep karnı, kuyruğu yılan kuyruğu gibidir.

Solon
- Oğul, emaneti koru ki o da seni korusun, muhafaza et ki muhafaza edilesin.
   (Sanki bizim oğullar için söylememiş mi?)
- Öğrencilerine şöyle demiştir: Cahile değer vermeyin, yoksa sizi hafife alır. Kötülerle ilişki kurmayın, yoksa onlardan sayılırsınız. Doğrunun öğrencileriyseniz zengine güvenmeyin. Gece ve gündüz yapmanız gerekenleri ihmal etmeyin. Yoksulları hiçbir zaman hafife almayın.
- Ona sorulmuştu: Neyi biliyorsun da başkalarından üstün oluyorsun? Şöyle cevap verdi: ne kadar az bildiğimi biliyorum.

Homeros
- Başların çokluğunda hayır yoktur.
- Hayatın bizler için kölelik, ölümün de kurtuluş olduğunu bilen kimse, ölümü hayata tercih eder.
- Akıl iki yönlüdür: Tabii ve tecrübî. Bu ikisi su ile toprağa benzer. Ateş nasıl altın ve gümüşü eritip işlenir hale getiriyorsa, akıl da meseleleri eritip saflaştırarak işleme hazır hale getirir. Aklın bu iki yönünden birinde yeri olmayan kimsenin yapacağı en hayırlı işi ömrünü kısa tutmasıdır.
- Körlük cehaletten daha hayırlıdır. Çünkü körler için endişe edilecek en büyük zorluk bir kuyuya düşüp ölmektir. Cahil ise ebedî helake maruz kalabilir.
- Zaman hakkı açığa çıkarır ve onu aydınlatır.
- Nefsine her zaman bir insan olduğunu hatırlat.
- İnsan isen öfkeni nasıl bastıracağını bil.
- Bir zarara uğradığın zaman bunu hak etmiş olduğunu bil.
- Nefsin dışında herkesin rızasını ara.
- Zamansız gülmek, sonra ağlamanın amcaoğludur.
- Toprak her şeyi doğurur, sonra da geri alır.
- Korkaktan çıkan görüş de korkaktır.
- Düşmanından öyle bir intikam al ki sana zararı olmasın.
- Allah seni kurtarmak istediğinde denizi vaha gibi aşarsın.
- Allah Teâlâ ile konuşabilen akıl çok yücedir.
- Yasanın dayanağı baştır.
- İnsan güruhu güçlü de olsa akıldan yoksundur.
- Yüce gelenek anne babaya tanrı gibi saygı duymayı emreder.
- Bana göre anne baban senin için tanrı gibidir.
- Baba, doğurtan değil terbiye edendir.
- Zamansız söylenen söz ömrü heba eder.
- Tabiat kanunları öğrenilmez.
- Eli el, parmağı parmak yıkar.
- Kendin için biriktireceğin azık, ilim ve hikmet, başkası için biriktireceğin ise maldır.

Hipokrat
- Zehir içiren, çocuk düşürten, hamileliği engelleyen ve hastaya kaba davranan tabipler benim yolumdan değildir.
- Bedenin aşırı sıhhatli olması tehlikenin zirvesidir.
- Tıp, sağlıklı kimselere uygun gelecek şeylerle sağlığı korumak, hastalıkları da onların zıtlarıyla gidermeye çalışmaktır.
- Ölümü hafife alın. Çünkü onun verdiği acı korkudadır.
- Ona sorulmuştu: Hangi tür hayat daha iyidir? Şöyle cevap verdi: Yoksul ama güvenli olmak, zengin ama korku içinde olmaktan daha iyidir.
- Şehirleri surlar ve kaleler değil, insanların fikirleri ve hikmet sahiplerinin tedbirleri korur.
- Her hasta kendi toprağının ilaçlarıyla tedavi edilir. Çünkü tabiat onun havasını bilir ve gıdasına meyleder.
- Zararı azaltmak, yararı çoğaltmaktan hayırlıdır.
- İnsan tek bir tabiattan yaratılmış olsaydı hastalanmazdı. Çünkü tek tabiatta çatışma olmadığı için hastalık da olmaz.
- Bir hastayı ziyaretinde ise şöyle demişti: Ben, hastalık ve sen varız. Eğer hastalığını iyileştirmek için söylediklerimi yaparak bana yardımcı olursan biz iki kişi oluruz, hastalık da tek başına kalır. Biz de onu yeneriz. Çünkü iki kişi, her zaman bir kişiye galip gelir.
- Ona sorulmuştu: İlaç alındığı zaman insan vücudunda niçin köpürme oluyor? Şöyle cevap verdi: İnsan bedeni eve benzer. Ev de süpürüldüğü zaman tozar.
- Çok olan tabiata da aykırıdır. Yeme, içme, uyku, cinsî münasebet ve çalışmada orta yolu tutun.
- Ancak hoşlandığınız şeyleri yiyin. Hoşlanmadığınız yiyecekler sizi yer bitirir.
- Ona sorulmuştu: Ölü niçin ağır olur? Şöyle cevap verdi: Çünkü hayatta iken ikiydi. Biri hafif ve yükseltici, diğeri ağır ve aşağı itici. Kişi Öldüğü zaman hafif ve yükseltici olan gider ve ağır olan tek başına kalır.
- İnsan bedeni genelde beş biçimde tedavi edilir: Kafa kısmı gargarayla, mide kısmı kusmayla, beden kısmı ishalle, deri kısmı terlemeyle, iç organlar ve damarlar kısmı ise kan vermekle tedavi olur.
- Öğretilerinden alınması gereken en önemli husus ise; Hipokrat yeminini etmiş ve yaşamının sonuna kadar da yeminine sadık kalmış olmasıdır.

            Yukarda ki söylemlerden de anladığımıza göre insan veya da şeytan-tanrı adına, dünden bugüne söylenenler hep aynı olmuş. İşte düz aklın vardığı ortak nokta budur. Ne var ki, insan doğası yeni bir evrim – muhtemelen sibernetik - geçirmedikçe, bundan sonra da söylenecek olanlar da üç aşağı beş yukarı, hep aynı kalacaktır. Sibernetik dedik de, şayet genetiğimizi yeni tasarımlar için, sömürgeci siberologlara teslim edersek, gelecekte maymuna mı, tavşana mı benzeyeceğimiz konusu vicdanlarına kalacağından, bütün bütün hapı yutacağımızın da resmidir o zaman.
            Etrafımızda, bön bakışlı yandaş ve liboş akademisyenlerin bolardığı, üstüne komedi gibi TÜBİTAK kıyamıyla da, milli ve gerçek bilim adamlarımızın yok edildiği bir ortamda, ihtiyacımız olanları nereden bulsak da, siberolojiyi de millileştirebilsek. Bunun için ne yapalım, yoksa sibernetik dâhisi El-Cezeri ile – ki ne âlimlerimiz varmış, nerede şimdi bunlar – telepatik bir seans mı oluşturalım(!)
            § 12. yüzyılda Anadolu'da Artuklu Türklerden fizikçi, robot ve matris ustası bilim insanı 
El-Cezeri sibernetik alanın en büyük dâhisi kabul edilmektedir. Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamıdır. - Bak. El-Cezeri  §

            Ölüm, kalım, cisim, ruh, iyilik, kötülük gibi Âdemden bu yana, kabul edilen olmazsa olmaz ortak heyulalar - tasavvur – için söylenmiş sayısız ifadeyi genelleştirirsek, şöyle de bir manzara ortaya çıkmıyor mu?

            Gemlenemeyen arzu, yokuşun üstünde freni patlamış kamyon gibidir, önüne çıkanı süpürürken, kendi de parçalarına ayrılır, sonuç Âdemî hezimettir.
            İblise uymak kolaydır, sen akil kalabilirsen eğer, özünle bir bütün ve de en azından tek parça kalmışsın demektir.

            Acımasız ve herkesin size gülüp geçtiği seküler bir dünyada, hala bu kadar ruhanî  – aklı öbür tarafta(!) - takılıyor, deve kuşu gibi de kafanızı kuma gömerek, bağnaz yaşamı tercih ediyorsanız, illetinizi bulmuşsunuz ve neticede bugünkü halinizden de şikâyet edecek bir yanınız kalmamış demektir. O halde başınızdakilere, ‘din bezirgânları’ falan demeye de hiç kalkmayın. Demek ki her millet, kendi ‘illetine’ uygun yönetilirmiş diyerek, aynı zamanda ‘her millet layık olduğu biçimde yönetilir’ genellemesinde ki yanlışı da revize etmiş olalım. Öyle ya her milletin içinde, aynı illetle muzdarip olmayan diğerleri de yok mudur?
            Mesela hazır illet demişken de; son günlerde spor kulüplerimize bindirilen şike başlıklı karar gerekçelerine bakıldığında, hukuksal sorumluluklarını kısmen de olsa hatırlamış gibi görünen hukukçu kardeşler, konu Ergenekon, Silivri, Hasdal olunca, neden biranda gugukçu cüppelerini giyiverirler. Bu ne mene bir ilettir acaba(?) diye sormamız da gerekmez mi?
            Bu arada, devletin yeni sağlık önlemlerinin yenilemez tadından şikâyet edip isyana kalkan emekli kardeşler, çoğunuzun şahsi gayretiyle, sosyal ve adil hukuk diye, kişiye özel sucuk, hepimizin olması gereken Başbakanlık kurumundan ise, SGGBB açılımıyla da, Sahibine Göre Gündem Boş Bakanlığı yarattığınız ülkenizde, bir de sosyal devletiniz mi kaldı sanıyordunuz. Ne demeli, size ancak gülünür. Yeri geldiğinde güzel Türkçemizde, ne de güzel laflarımız vardır hani, ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ filan gibi.
           
            Dünyaya öğrettiğin ve eski Olimpiyatlarda kimseye altın bırakmadığın, ata sporun güreşte bile sıfır çektin. Neden çünkü onlar aya, sen yayasın. Çünkü adam çalışıyor, öğreniyor kendini hep ileriye taşıyor, sense ‘Batıdan sadece ilmi alın’ diyen yüce Atatürk’ünü bile bir kenara bıraktırıldın ve bugün bulabileceğin ücretsiz tek eğitimin imam hatip olacağı bir BÜYÜK(!) devletin ÇAĞ ATLAMIŞ(!) ülkesinde, torba nohut, paket kömür ekonomisi mağduru ve yine kimliksiz bir ümmet haline getirildin. Neyse ki yüce Atatürk’ün altın madalyalı kızları da var. Onlar, erkekleri havlu atmış ülkelerinin onurunu kurtarıyorlar nasıl olsa.
            Siz bütün mağdurlar, tutun o halde Sultan babanızın elinden, beraberce geçin aynanın karşısına da birlikte seyredin hal i pür melalinizi, görün acınacak halinizi. Aynada gördüğünüz boy, pos, güç, kuvvetse o devede de var. Hele de zürafa, boyda hepinize fark basar. Ne denir ki başka da bağnaza. BEN demeden önce BİZ diyebilmenin erdemliliğini kavrayabilirseniz, şayet biraz da düşünebilmeyi öğrenirseniz, gerisi arkadan nasıl olsa gelecektir. Çünkü vaktiyle bu emaneti sizlere bırakan asıl sahipleri, BİZ’ i düşünebildikleri için, BİZ bugün varız.
            Yalnız unutmayın ki bu son trendir ve o da kalkmak üzeredir. Kaçırırsanız ne mi olur. Osmanoğluyla devam edegelen aşağı Asya Anadolu Türk beyliği, yok olduğu sanılan bazı Türk boyları gibi yeniden dirilişini beklemeye çekilirken, aynı bağlamda yüce Atatürk’ün emekleri boşuna gitmiş ve aziz şehitlerimizin kanları da boşuna dökülmüş olur. Ne var ki, başına her zaman yeni Atatürklerini de çıkarmasını bilecektir yüce Türk Ulusu. Yoksa onların tarihlerinden çok önceden beri var olmuş koca Türk’ü yani bizim Emmioğlunu, tarihten silmeye bu dünyanın gücü yetmez, bu konuda da asla merakınız olmasın.
            İşte sizi imam hatiplerde çürüyüp, kokuşmaya ve giderek de unutulan bir beyliğe dönüştürmeye kalkan başınızda ki iktidar, bu olası en kötü son senaryoyu da gerçekleştirmek amacıyla, ezeli düşmanlarınız olan AB & ABD Gladiosu tarafından başınıza oturtulmuştur. Şimdi de hep beraber içinde Türk ve Atatürk olmayan yeni bir anayasa hazırlamaya ve bunu da sizlere yeni Türkiye Cumhuriyeti anayasası olarak yedirmeye çalışıyorlar. Peki diğerleri, yani muhalefet mi ne yapıyor? Şimdilik seyrediyorlar ve onların ritmiyle de bir ileri, iki geri zıplıyorlar. Bekleyelim ve de sonucu görelim. Peki, bütün bunları yemek veya yememekse, ha bakın o ayrı bir husustur işte. Şimdi bu satırın sonunda ki noktaya odaklanırsanız, size göz kırptığımı da göreceksiniz(.)

            Almanya’da çalıştığım yıllarda, askerliğini Nazi ordusunda yapmış, İngiltere’de iki yıl esir kalmış ve ülkesinde ki yabancılara, birçok anti Nazi Almandan çok daha ‘humaniter’ bakan ve büyüğüm olan bir Alman dostum – ki kendisine birçok projede karşılıksız yardımcı olmuştum – bir gün bana; ‘Serendip şayet bütün Almanlar senin hamurundan yaratılmış olsalardı, biz harbi kaybetmezdik’ demişti. İnanın bunu kendi adıma, hem de bir Nazi’den alınmış, bir onur nişanı gibi kabul ediyorum.
            Lütfen beni yanlış anlamayın. ‘BEN’ olduğum için değil ama meseleye ‘BİZ’ gözlüğüyle baktığım için anlattım bunu. Ve bilemeyeceğiniz bir şey daha söylemem gerekirse, bir kere Nazi hep Nazidir. İçlerinde ‘dönme’ diye bir şey yoktur. Fırsat bulunca da çevirecekleri film yine aynısı olacaktır. Çünkü bu da onların milliyetçilik anlayışıdır ve tabiatıyla herkes de TÜRK’ e benzemez.

            §  Nasıl olsa bizim ülke, ipsizlerin yolgeçen hanına dönüştü artık. Bir İngiliz vatandaşı daha var ya hani, şu meşhur maliyeciniz(!) ‘Emekliler arttı’ diye kelâmda bulunmuş da yine meseleye kıç gözüyle bakıvermiş anlaşılan. Nasıl olsa birileri için çiftlik haline dönüştü bu memleket. Yat uzan, arada sırada da zırvala, ay sonunda da işsizlerin, emeklilerin, memurların ve bütün sıkıntı çeken vatandaşlarının haklarından kesilenlerle, sana ve senin gibilere ödenen katmerli maaşını, hazineden cukkaya at. Dürüst ol, bir zahmet de söyleyiver bari maaşınla müsemma vergi ödüyormusun ülkene(!) hiç olmazsa!
            ‘Yat uzan para kazan’ lafı eskiden kötü yola düşmüş kadınlar için kullanılan bir tabirdi, şimdi ise genelde erkekler için kullanılıyor ülkemizde artık. Doğrusu çok da utanç verici(!). Bakın AKP ile ne günlere getirildik. Bakalım yarınların filozofları bu durumu nasıl yorumlayacaklar. Haberiniz olsun, artık öyle bir döneme gelindi ki, BDP ve AKP aynı çizgide buluştu. Yarın tarih bu ikisine de rey verenleri, vatan haini olarak anacaktır. Bu böyle biline, bu çizgide olan dostlar(!) da hiç alınmasınlar!
            Ulan biraz da ülkenizde ki esas sorunun, haraç vergilerin altında inim inim inleyen vatandaşlarınız ve tüyü bitmemiş yetimlerin sırtlarından, sayenizde malı götüren yandaş medyasından, kara para yatırımcılarına, ihale taşeronlarına vb. kadar, kısaca da toplumun kanını emen asalak türler artışında olduğunu görseniz ya! Senin ve emsallerin gibi bu ülkeye vatandaş bile olmayan, onu uluslararası talan pazarına dönüştürmekten başka da bir faydaları dokumayanlarda ve milletin sırtından malı götürenlerde, yetim ahı alanlarda olduğunu da kabul etsen ya!
            Bir yandan milletine paramız yok diye ağlarken, diğer yandan kamyon dolusu paralar, yeni Sultan hanımlarınız(!) tarafından, dünyanın bir ucunda ki çakma Müslümanlara(!) taşınırken, aslında hangi amaçlara yatırım olduklarını da, maliyeden sorumlu baş muhasip olarak bir açıklayıversen ya!
            Bütün bunlar, hepimizin yani yurtlarında hazinelerine şerefleriyle, yıllarca primlerini, ayrıca destek primlerini de kuruşuna kadar saymış emeklilerin, çalışan, çalışmayan bütün dar gelirli vatandaşların, yok halleriyle bir de sırtlarında taşımaya çalıştıkları KAMBURLARI değil mi? Utanmadan birde zırvalayacağına, kaldır da o kamburu sırtlarımızdan, sayende biraz nefes alalım bari. Boş tabanca gibisin ekonomist(!). Senin işin de bu değilmi aslında. Bunun için ödemiyormuyuz sana. Ama ne gezer! Bunu yapabilmek için önce erdem, sonra da yürek taşımak gerekir

            Bir büyük ülkede ahde vefa görmesi gereken vatandaş katmanlarının başında sırasıyla, önce aziz şehitleri ve gazileriyle ordusu, atalık kemaline ermiş mukaddes ölüleri, sonra yaşayan emeklileri, daha sonra da düz vatandaşları gelirler. Bu bir büyük sosyal devlette olması gereken sosyal mertebeler sıralamasıdır. Bu statüde güncel devlet erkânının bile yeri, düz vatandaşlar mertebesindedir. Onlar ancak öldükten sonra, bu sıralamada mertebelerine göre yer alabilirler. Bu sosyal statüyü bilmeyen veya bilmek de istemeyenlere, o ülkede vatandaş bile demezler.
            Şimdi buna itirazı olanlar, önce örnek alabilecekleri herhangi bir büyük sosyal devletle, bir durum muhasebesi yapıp, ondan sonra fikir yürütsünler lütfen. Hele de bizim İngiliz, zırvalamadan önce kendi ülkesinde ki durumla bizimkisini mukayese etmiş olsaydı, daha akıllı davranmış olmazmıydı? Ama o zaman da ne diyeceğini tahmin edebiliriz böylesi takiyecilerin(!). Türkiye bir İngiltere değil derdi hiç kuşkusuz(!). Ama ‘orada ki hükümette, buradaki kadar hırsız ve asosyal yoktur’ diye de ilave edermiydi acaba(?) Bu tahmin de size kalsın. §



TÜBİTAK GÜNCELİNDEN BİLİMSEL(!) BİR GÜLDÜRÜ




    PS.  Yukarda ki farklı temaslarımıza bakılıp, asla filozoflarla yarıştığımız gibi uçuk iddialar sahibi olduğumuz algılanmasın. Zira haddimizi biliriz. Ama ahde vefa sahibi, duygusal bir vatandaş terennümleri olarak alınmalıdır.

                                                                                                          Serendip Altındal