29 Mayıs 2012 Salı

TARİH YAZABİLMEK ŞANSI VARKEN..

           Yeryüzünde milletiyle egemen sınıflarının en fazla çelişki içinde olduğu, başka bir ifadeyle de toplumsal birliğinin tarihten silinmek bahasına, egemenlerinin menfaatleriyle en fazla çatıştığı tek ülkedir ABD.
            İçinde sayıları gittikçe artan ve Ulusal Güvenlik Birimi yutturmasıyla anılan kurumların mevcudiyetlerinin gerçek nedeni, Amerikan millet’inin - daha doğrusu demokratik(!) ümmetinin - Ulusal güvenliği değil, olsa olsa piramidin tepesinde oturan ve ülkeyi gizlice yöneten, oligark patron ‘para babalarının’, dış dünyanın da haracını yemek adına kurduğu, sivil-askeri Mafya örgütlerinin tetikçiliğidir.
            Bugün yedi milyonun üstünde evsiz ve sayılamayacak kadar çok, her geçen gün de sayıları artan işsizlerin ve paçavra fakirlerinin yoğunlaştığı Amerikada, her yanı sapır sapır dökülen sosyal güvenliği yerine, her yıl bu tetikçi kurumlara ayrılan fonlar ve astronomik silah harcamaları ise, dudak uçuklatmakta ve Amerikan halkları adına yürek sızlatmaktadır.
            Aslında başta CIA, NSA vb. olmak üzere bu kurumların, sözde Amerikan Ulusal(!) güvenliği paravanı arkasında sürdürdükleri asosyal faaliyetleri, ülkelerine sürekli düşman kazandırdığından, kendi ulusal menfaatlerine de aslında ısrarla ama ters orantıda zarar veren bir görünüm arz etmektedir. Yani akıllı teknokrat geçinen ABD, gerçekte sadece kendisini yok etmeye çalışan bir bunalım(!) sorunu yaşamaktadır aslında.
            Ve ne yazık ki egemen azınlığın içinde bulunduğu bu histerik bunalım, bir salgın hastalık gibi Amerikan toplumuna da sirayet ettirilerek(!) toplumu da arkasına almak adına, bir ‘sosyal histeri’ haline getirilmiştir. İşte kendi toplumu adına da en büyük tehlike, tam da bu nokta da yatmaktadır.

            Sömürgelerine de aynı hastalığı bulaştırdıklarını söylemek yanlış olmaz. Hele de bizim bile bu resmi bir yerden tanıdığımızı iddia etmemiz, asla abartı olmayacaktır. Bize bulaşan hastalığın arazlarından da kısa bir örnek vermek gerekirse; yönetimin başında ki oligark kalkıyor, gerçekleri çatır çatır çiğneyip, ülkelerini tarihinin borç batağına getirdiği ve çektiği sıkıntıdan bizar olmuş milletin gözünün içine baka baka, kriz bize teğet geçti diyebiliyor mesela.
            Oysa diğer yanda bakıyoruz, sıkıntıda Yunanistan’ı bile sollamış ve – aynı ağızlara göre, hem de altın çağımızı yaşarken(!) - iflasın eşiğine neredeyse biz gelmişiz. Sokaklar, talebesinden, emeklisine, işçisine, memuruna ve içerde yatan tüm hürriyetleri gasp edilmiş diğer, çoğunluğu da vasıflı vatandaşlarına ve son olarak da kürtaj zorunluluğu(!) olan kadınlarına kadar, haklarını arayan ve figan eden ettikçe de sopa yiyen, biber gazı yutan insan manzaralarıyla dolu.
            İyi ki Yunanistan’ın yerinde değiliz demeye bile dilimiz varmıyor. Zira tam on ikiden vurulup kanlar içinde yatarken ve yok halimizle başımızda ki Amerikan devşirmesi hükümete(!), dolaylı vergiler adı altında ‘HARAÇ’ öderken, nerde kaldı bunun teğeti, yoksa biz başka bir ülkede mi yaşıyoruz acaba, diye de düşünmeden geçemiyoruz. Yazmaya kalkınca da yamuk üstüne yamuk çıkıyor karşımıza, konu o kadar çok ki, hangi birini yazalım diyoruz.
            Mesela bir örnek daha verirsek; şirket patronu, yöneticisi ve idari personeli bazı dostlarımızdan duyduklarımıza göre, günün en son modası, gerek dolaylı baskı, gerekse açık tehdit yoluyla çeşitli promosyonların, dinsel matbuatın bağış adı altında zorla şirketlerine satılmasıymış. Bu makbuzsuz bağışların – anlam itibarıyla haraçların – miktarları ise, şirket boyutlarıyla artan bir orantı da tutuluyormuş. Ne yani, en azından adil adamlar değil mi(!) Bakalım daha neler duyacağız, göreceğiz..

            Birbirini çağrıştıran bütün bu olaylar, netice itibarıyla basit hadiselermiş gibi görünüyorlar ama arkalarında her biri, romanlık derin hayat trajedileri saklıyor. Tüm bu yamukluğun faillerinin unuttukları ise, sonuçta faturayı kendilerinin yanı sıra, aileleri, çocukları ve tüyü bitmemiş yetimler gibi bütün günahsızların da ödeyeceğidir.
            Bundan çıkardığımız toplam süje ise, bütün bu yamuk işlerin çarpık adamlarının, tek ortak paydası, kendi yere batası egolarından başka hiçbir değer tanımamalarıdır. Yani bu tip insan türünün, her ne kadar aksini iddia etse de, bırakın vatan müktesebatını, ne aile ne de din mefhumu vardır. Bakın şu yakalandığımız Amerikan hummasının bize verdiği ilhamlara, nerelere geldik, üstüne romanlar da yazabilirdik.

            İşte tüm şekilleriyle yedi düvele bulaşıp, zehrini akıtan, bu çirkin kurgusal ve saldırgan yapısıyla ABD, giderek bütün dünyada düşman ilan edilirken sonuçta, tehlikenin büyüklüğünün farkında olmayan ve piramidin eteklerinde, yukardan atılanlarla yaşam mücadelesi verirken, sırtında ki vampire sürekli kanını emdiren Amerikan halklarının ödeyeceği fatura da, diğer taraftan süratle semirmektedir.
            Şimdi Amerikan halkları, dünya mekânını paylaştıkları diğer insanlarla aynı oranda ‘İNSANLAR’ olarak, kendi kaderlerini tayin edebilme özgürlüğüne sahip olma haklarının, bir an önce farkına varmak zorundadırlar. Ve kendi gelecekleri hakkında karar alma yetkisini, kendilerini egemen ilan etmiş menfaat gruplarına bırakma gafleti uykusundan da acilen uyanmak zorundadırlar. Yoksa ‘egemenlerinin’ ki gibi kendi gelecekleri de olmayacak ama nereden bakılsa kendileri daha önce telef olacaklardır.

            Dahi Atatürk’ümüzün bütün öngörülerinin tecelli ettiği ve edeceği bir dünyada yaşadığımızı unutmayarak, yukarda ki tezimin, bir takım statiksel belgelerle gerekçeli kılınmaya ihtiyacı olmadığını da biliyorum. İsteyenler, dünya da ki tüm kaynak dağılım’ının, neredeyse 7x24 saat standart tedavül parası Doları basmaktan başka marifeti(!) olmayan bir ülkenin payına, ne oranda ve ne kadar haksız dağıtıldığını, oturdukları yerden de, Internet üstünde ki sayısız kaynaktan temin edebileceklerdir nasıl olsa.

            O halde şimdi bir daha soruyoruz. Ölçüyü böylesine kaçıran ve aynı zamanda da zırvalayan bir ülke’nin gelecek garantisi, sizce ne kadar güvenceli olabilir acaba. İşte bu soruyu, bugün gençliği zorla yakalandığı emperyalist hastalığı nedeniyle, kendi geleceğine dair iki yıllık plan dahi yapamaz hale getirilmiş Amerikan halkları, önce kendilerine sormakla başlayabilirler mesela.
         Başka da bir soruya ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Şayet bir an önce uyanabilirlerse, aslında içinde yaşadığımız cennet olan mavi planetimizin, taşın taş üstünde bırakılmadığı, yeni bir kan gölüne dönüşmesinin önüne geçerken de, aynı bağlamda tarihten silinmek yerine, tarih yazabilmek şansına da sahip olabileceklerdir belki de, kimbilir.

                                                                                                    Serendip Altındal



24 Mayıs 2012 Perşembe

ÖZGÜR DÜŞÜNCE İNSANI OLABİLMEK..

           Açık olun, dürüst olun kendi yüreğinize de. Ve Homosaphien’in doğduğu günden beri var olan şu soruların, cevaplarını kendi kendinize - ki, o soruları nasıl olsa siz de sormuşsunuzdur -  vermeye çalışın. Nereden geldim, kimim, nereye gidiyorum. İnsanoğlu’nun binlerce yıldır kendi kendisine sorduğu sorulardır bunlar. Ve cevap genel olarak sığınılan(!) bir dini perspektifte, sadece kendini bulacaktır. Bunun lamı cimi yok. Çünkü insanoğlu evren gerçeğiyle yüzleşebilecek kadar yürekli değildir.
            Bir yandan peygamberlik taslarken, diğer yandan devasa kozmos karşısında ki hiçliğinin farkında olduğundan, bu büyük korkusunun kendi kâbusu olmasının önüne geçemeyeceğini de iyi bilir. İşte sadece bu neden bile, Tanrı, peygamber ve din üçlüsünün arkasında kendi kurtuluşunu aramasının göstergesidir.
            Ne var ki işin bu tarafı da, iblis’in bir yerlerden mutlaka akrabası(!) olan TİCARET erbabı tarafından, Musa’dan bugüne, binlerce yıldır salgıladığı, skolâstik afyon lokumları yutturarak, sürekli uyuyan toplumlar yaratan usaresi nedeniyle, ustaca, sinsice kullanılmış ve kullanılmaktadır.
            Dünya genelinde insanoğlu’nun bilerek veya bilmeyerek verdiği bütün savaşlar, uğraşlar, mücadeleler, çektiği işkenceler, siyasetler, ekonomiler ve sistem kargaşaları, adına her ne diyorsanız, işte hep bu ikilem yani DİN ve TİCARET rabıtası yüzündendir. Dikkat ettiyseniz,  nerede sol kaynaklı bir sosyal uyarlama yapılacak olursa, orada önce tüccar’ın sözcülüğünü yapan bir din adamı biter ve olayı önce himayesine(!) alır. Bu ikisi kankadır(!) da aynı zamanda ve her fırsatta da birbirlerini ağırlarlar. Birbirlerinin yediğinden yer ama ne hikmetse içtiğinden içmezler her zaman.

            Bırakalım, Ortodoks, Hıristiyan oyunlarını sahiplerine ama bize nasıl bulaştıklarına bir göz atalım isterseniz. Yakın zamanlarda dinler diyaloğu masalını hep birlikte dinlemedik mi? Aslında bu diyalog şarlatanlığı, bütün dünyayı Hıristiyanlaştırmaktan başka bir anlamı olmayan ‘misyoner’ sahtekârlığından ayrı bir şey değildi. Bugün yurdumuzu paralamak adına özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da faaliyette bulunan, asılları ‘Hıristiyan Misyoneri’ olan sahte İmamlar, sahte Pontuscular, Hıristiyan/Ortodoks sahte Kürtler vb. zehirlerini boşaltmaya odaklanmış karışık türler saymakla bitmez.
            Bunlardan birisi de Amerikada Vatikan projesi ve direktifleriyle peygamberler üstü bir görevle(!), geleceğin ‘Yumuşak İslamın’ı – bu neyin İslam’ıysa - hazırlıyor. İncil kaynaklı Kuran yeniden yazılıyor, Hz. Muhammedin tasfiye edileceği ve gelecek nesillerin Hz. Muhammedi peygamber tanımayacağı yeni bir İslam(!) modeli oluşturuluyor. Bizim Vatikan İmamı ise cemaatini ha babam yeni İslami(!) düzene hazırlıyor. Bu bağlamda da, fakir çocuklarını adam etme(!) masallarıyla, dindar ve talihsiz vatandaşlardan, ha babam makbuzsuz bağışlar toplanmaya devam ediliyor. O halde hoş gelsin yeni İslam, vatana ve cemaatlerine hayırlar(!) getirsin, başka da ne denir ki böylelerine.
            Ayrıca madalyonun diğer tarafında ki çok sevdiğiniz(!) Ergenekon ve emsali sanal, dijital ‘erdem karalama’ grafiklerine ve sokak eşkıyaları tarafından darp edilen bizim Adalet Hanım’ın ağlanacak durumlarına ise ayrı trajik sahneler açılıyor. İnanın kalemim bu konulara dokunurken bile kahroluyor. Şu üç satırı bile zorlukla ve istemeden yazabildim. Ne ki, hesap günleri yaklaşırken de, nihai buluşmanın yakıcı özlemi, Kuvayi Milliye ruhunu, her geçen gün daha da bir ısıtıyor. Diğer taraftan da her bir dram sahnesi, kendi adına yeni bir ‘İstiklal Mahkemesi’ davası haline geliyor.

            Ha bir de ne var, anlaşılan herkes kendi cemaatine göre dini kabul ediyor. Nerde kaldı o zaman Allah, peygamber, din, iman diye sormazlar mı adama. Hadi canım komik olmayın, bırakın da şu ucube İslam cadısı maskenizi, daha fazla güldürmeyin insanı bari.
            İşte küreselcilik denen olgu aslında tek bir dine abanacak, hepsinin üstünde MONOPOL oluşturacak ve hepsini bir arada sömürecek böyle bir şeydir. Yani önce Tekel’i kur sonra da yat uzan para kazan. Ya da ömür boyu karşılıksız gelir, bunu adama ancak kerizler verir misali. Bu zehirli sosu da bugüne kadar kanlarını hep emdikleri dindarların(!) nasıl olsa her zaman ki gibi yine yutacaklarını biliyorlar ama Ateistler(!) yutmuyor işte. Gel de dövme adamları şimdi(!) Din tüccarlarının ekmeğine nasıl da taş atıyorlar(!)
           
            Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve ikisini birden yok farz edin. Nasıl üstünüzden bir yük kalktığını hissetiniz birden değil mi? İşte aynen de böyledir. Sakın ola tüccarsız ve İmamsız yaşanmaz, peygamber de tüccardı deme saflığında da bulunmayın lütfen. Hele bir de, yalakalaşan çoğunluklu gazete yazarının başlarında, serbest tüccar patronları olmasaydı, basın ciddiyeti ve bağımsızlığı bugün yurdumuzda, hiç böyle ayağa düşer ve işporta pazarı veya Las Vegas edebiyatına dönüşebilirmiydi acaba.
            Şimdi bize düşüncelerimizden dolayı giydirilecek Ateist(!) kılıfının da hemen hazır durduğunu biliyoruz. Olsun ziyan yok, bir eksik veya fazla fark etmez, bir şeyi daha biliyoruz ki, şayet dünya yüzünde ki insanların sadece yüzde biri, bırakalım felsefi terminolojiyi, açık ve basit Türkçe ile ‘özgür düşünceli’ olabilseydi, insanoğlu en akıllı canlı olarak hak ettiği saygınlığı çoktan kazanmış olacaktı. Hadi bakalım o zaman kolay gelsin, demek ki önce özgür ve bağımsız düşence sahibi olmak gerekiyormuş.

            Binlerce yıldır bu saygıyı da boşuna arayıp durmaktadır. Ne var ki, ‘özgür düşünce’ sahibi olabilmek her şeyden önce kendisine karşı dürüst ve yürekli olmayı gerektirir. Bu bağlamda esasen bütün yürekli adamlar, kendilerine karşı da dürüsttürler. Bunların en haşmetlisini de yakın Cumhuriyet tarihimizin banisi, Mustafa Kemal örneğiyle tanımadık mı?
            Ve ne yazık ki insanoğlu’nun büyük çoğunluğu, bu ‘yüreklilik erdeminden’ yoksundur, yani ürkek ceylanlar gibi hep yoldan kaçarak, adaletsize bulaşmamayı, kolay olanı elde etmeyi ve zahmetsiz yaşamayı tercih ederler. Bu yüzden de biat etmeye hazır ve alışkındırlar. Dolayısıyla da yukarda ki ikilem’in kaymağını yiyenler için de, her zaman en kolay avlar olmaktan kurtulamazlar.

            İşte bu yüzden de değilmidir? Kemalizm ile böyle acınası insan panaromasının(!) uyuşmaması meselesi. Pekiyi biz hangi insan katmanıyla İstiklal harbini kazanıp, özgür ve laik Türkiye Cumhuriyetini kurduk acaba. İşte bu fark ne kadar açık ve seçik ortada duruyor ve hepimize de nasıl tepeden bakarak sırıtıyor,  sanki bizimle dalga geçiyor, bilmem farkediyormusunuz? Bilhassa da bugünlerin Sultan - Paşaları, ne diyorlar, nasıl buyuruyorlar bu fark(!) meselesine acaba.

                                                                                                         Serendip Altındal

21 Mayıs 2012 Pazartesi

19 MAYIS SAMSUNDA TEKRAR YAŞANDI


Banu Avar’dan

19 Mayıs'ta Samsun'da olmak!

Sabah ben bir panayır yerindeydim.. İçim titreyerek 19 mayıs Stadyumuna
geldim.. Ve gözyaşlarıma hakim olamadım.. Stadı terk ettim..  Canım
çocuklarımız her biri yeşil sahanın her bir noktasında birbirinden kopuk,
bir curcuna içinde 'başbakanın emir buyurduğu şekilde' atlıyor zıplıyor,
bisikletle dolaşıyor, boşa kürek çekiyor, kollarıyla yüzme hareketi yapıyor,
birileri güreşiyor birileri  koşuyordu... Paramparça eğitim gibiydi yeşil
alan..  Ya da 4+4+4  curcunası yansımıştı stada..

Onurla yürüyen, birlikte hareket eden  gücü, dayanışmayı gösteren  gururla
göğsümüzü kabartan tek bir kare yoktu..  Dağınıklık vardı,  'ne yapıyoruz
biz?'  Sorusu  vardı 19 mayıs stadyumunda..   Asker yasaklıydı stadyumda...
Bir paraşütle indirilen Türk bayrağı  19 mayıs  törenlerine  ordudan son
selam gibiydi..

Ben 19 Mayıs'ı  samsun İlk adım belediyesinin katkılarıyla  Atatürk kültür
merkezinde Samsunlularla, Sivaslılarla, Ordulularla, Manisa, Muğlalılarla
İstanbul'dan gelen kardeşlerimle omuz omuza kutladım..

Samsun'un pırıltılı gençleri umuduma umut kattılar..  İlkadım belediyesinin
Yavuz Yazgan'ı, Hüseyin Kürşat'ı, Mustafa Kürşat'ı Şerif beyi beni
başlarının üstünde taşıdılar.. Ve   Osman Kara başta olmak üzere  Samsun'un
gazetecileri,  aydınları öğrencileri esnafı mühendisleri  bizi hiç yalnız
bırakmadılar... Bunların hepsi geçecek yahu diye haykırdılar... TEŞEKKÜRLER
SAMSUN..   Yeniden görüşene kadar  dimdik kalın!




Mahiye Morgül’den

Bayram'da Samsun'da olmak, Banu'ya da destek vermek demekti...
Sevgiyle













19 MAYIS SAMSUNDA TEKRAR YAŞANDI, YAŞATANLARA ŞÜKRANLARIMIZLA.

       Olayın vakarını yansıtan tarihi ve törensel ambiyans, son Sultanın buyruğuyla eksik kalmıştı ama olsun. Sizler vardınız ya, tüm gençliğimizle gönül birlikteliğiniz vardı ya, işte bu hepimize yeter ve her şeye bedeldir.
     Birbirinize de çok yakışmışsınız, birlikte duygulanamamanın hüznüyle, selam ve sevgilerimi yolluyor, sizlerin ağabeyi olduğum halde, kendim ve tüm çocuklarımızın gelecekleri adına asaletinizi kutlarken, şükranla o asil alınlarınızdan ve ellerinizden öpüyorum.
                                 Serendip Altındal

19 Mayıs 2012 Cumartesi

EN ANLAMLI BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

       Yüce Ulusumuz'un, bu tarihi anlamı çok yüksek gününü en içten duygularımla kutlar, içinde atasını da taşıyan asil başının ebediyete kadar en yukarılarda ve lekesiz alnının daima tertemiz kalmasını dilerim..

            
                                                                                                           Serendip Altındal

 
§      1919 yılı Mayısının 19`uncu günü Samsun`a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:
Osmanlı Devleti`nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı`nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş`ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı`na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa `nın başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.
Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...
Ve böyle devam eder…(Mustafa Kemal – Nutuk)
                                                                                                                     



  

15 Mayıs 2012 Salı

TEK BAŞINA VE TÜMÜNE KARŞI..

           Bu konuda çok fazla şeyler söylenip yazılabileceği ve yine de yetersiz kalınacağı bilincindeyim. Konuyu kısa kesmek amacıyla, sadece aşağıda ki adresten aldığım grafik ve yazıyı önce bir tetkik edin. Kendisinden sonra gelen dünyanın bütün devlet liderleri ve dönem ekonomileriyle, Atatürk'ümüzü ve ekonomisini, Allah rızası adına lütfen karşılaştırın ve ondan sonra da elinizi akıl vicdanınıza koyup yorumunuzu yapın. Bizimkilerden örnek dahi göstermeye çalışmak, Atatürk’le mukayesede abesle iştigal demek olur.

            Ve başka da bir örnek gösterebilin ki, devrinin bütün olumsuz şartlarına rağmen o, bizim Atatürkümüzden fazla milletine yarar sağlayabilmiş, hatta bu yararın yakınından bile geçebilmiş olsun. Yani tek başına yedi düvele karşı bir yalnız adam. İşte benim atam ve kendi adıma esasen bu nedenlerle Kemalist’im ve asla da bir partizan değilim ama milli müktesebatım gereği de, Türkiye’de CHP den başka da herhangi bir partiye sıcak bakamıyorum. Tabii o da gerektiğinde, CHP’yi de sürekli revize ederek ve çürümesinin de önüne geçmeyi asla göz ardı etmeyerek olacaktır.

            Hele de çeşitli ağızlardan ‘küreselci’, ‘liberal’, ‘demokrat’, ‘serbest iş adamı’ fasaryalarını duyunca da, inanın kusacak gibi oluyorum. Neden mi? İnsaf edin, bakın etrafınıza, ortamınız bunlardan geçiliyor mu, siz de benim gibi hissetmiyor’musunuz? Ayrıca aşağıda ki grafikte belirtilen, kısacık Atatürk ekonomi dönemi bile, içinde yer almayan tüm bu fasaryalara(!) rağmen, borçsuz, çok daha zengin, başı yukarda ve mutlu bir Türkiye yaratılmış olduğunu ortaya koymuyor mu? 
            Meğerki önce insanda, adam gibi adamlık, sonra iyi niyet, daha sonra da idealist bir kararlılık olsun.


Atatürk yaşıyor olsaydı nasıl bir yol izlerdi bilmiyoruz. Ancak Atatürk’ten sonra gelenlerin ne tür bir performans sergilediğini biliyoruz. Atatürk’ten önce gelenlerin de nasıl bir performans sergilediği ortada. Her lider kendinden öncekilerin miras bıraktığı ülkeyi devralır ama kendisine dağıtılan kartları nasıl oynayacağına da kendisi karar verir. Atatürk bence kendisine dağıtılan kâğıtları gayet güzel oynamıştır, rakamlar da bunu göstermektedir. Daha sonraki hiç bir 15 yıllık süreçte Türkiye bu kadar başarılı bir ekonomik performans göstermemiştir. İçerisinde büyük buhranın yer aldığı 1929-1938 döneminde dahi ekonomimiz ondan sonraki herhangi bir 10 yıllık zaman diliminden daha iyi bir performans göstermiştir. Atatürk 80 sene öncesinden “Küresel kriz öyle teğet geçmez, böyle teğet geçer” diyerek bugünün politikacılarına el sallamaktadır.
(Alıntı:  Ekonomi Türk )
                                                                                    
                                                                                                            Serendip Altındal


9 Mayıs 2012 Çarşamba

GÖKLERE TARLALARDAN GİDİLİR..

            Kılıç kalkan oyunları çoktan bitti artık. İstikbal göklerdedir demişti ve konvansiyonel savaşların ilerde sona ereceğini, askerinin yetmediği siperlere, şapkalı soba borularını diken dahi Mustafa Kemal, daha İstiklal harbi başlarında biliyordu. İyi de,  gökyüzüne çıkabilmek için ilk önce ümmetlikten terfi edip BİREY olmak, vatan toprağına sağlam basmak, üstünde özgür başı yukarıda dimdik durmak, özgün vicdan hürriyeti ve BİLİM’i de arkasına almak, ilk olarak da köylüsünü eğitmek – köy enstitüleri açmak - kılıcı bırakıp sabanı ele alarak vatan toprağını işlemek zorunda olduğunun da bilincindeydi aynı zamanda yüce Atatürk.
            Bütün bu çağdaş yaşam statüsünü ve üstüne 600 yılda yapılamayan, dünyanın hayranlıkla izlediği Türk Ekonomi Mucizesini, kısa ömrüne sığdırabilen, bu yüce onuru milletine bizatihi olarak bahşeden ve emsali olmayan yaşayan bir belgeseldi kendisi, ayni bağlamda. Yani bütün zaferlerin olmazsa olmazı, her şeyden önce misak ı milli ve vatan müktesebatıydı onun için. Şimdi başımızdakiler ve onların hempaları, yalaka ve yandaşları olan anti Türklerin dışında, bu gerçeklere hayır diyebilecek aklı başında bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı varmıdır acep bu ülkede. 

            Ayakların, omurgan bile olmazsa, yine de kafanı dik tutabilmeyi bileceksin, eğer kafan da yoksa o zaman da sana toptan geçmiş olsun zaten. Şimdi geliverdi birden aklıma, Big Bang’in babası evrenbilimci Hawking, adamcağız 21 yaşında yakalandığı çok ender bir sinir hastalığı (ALS) nedeniyle tamamen sandalyeye mahkûm felçli ama ağzıyla bilgisayarından bilimsel mucizelere imza atıyor ve doğuştan dik durmaya alışık, hastalığının bile etkileyemediği öyle de bir kelle(!) sahibi işte.
            Demek ki bu da yetiyormuş, şayet kişinin özünde BİLİMSELLİK yatıyorsa. Çünkü start bekleyen ve yerinde duramayan safkan yarış atı gibi olan BİLİM, aynı zamanda Stephen Hawking gibi sentez adamlarının jokeyliğiyle, yarışı kazanıp kendini ispat eden belgeseller dizesi değilmidir aslında.

            Emekleme dönemini arkasında bıraktıktan, sırasıyla ateşi ve tekerleği bulduktan sonra, önce doğasını keşfedip, şimdilerde de güneş sistemini, araştırmakta olan Homosaphien, önünde ki yüzyıllarda da, içinde bulunduğu Samanyolundan başlamak üzere, diğer galaksileri de ancak BİLİM’in ışığında fethedebilecektir. Bunu söylemek, düz mantığa göre nasıl bilim kurgu yapmak değilse, kabul etmemek de ters orantıda ilkellik ve bağnazlık olacaktır.
            Şimdi birileri de kalkıp, bunlar da Kuran’da yazıyor(!) demeye kalkmasın lütfen. O zaman da, 2000 yıllık İncilin bile 4000 den fazla tefsiri olduğuna göre, hangi Kuran diye sorgulama hakkı doğmaz mı aklı başında ki insanoğluna. Sosyo-ekonomik her dönem ve mekânda, kendi ihtiyacına göre yeni bir tefsir yaratıvermiş şu bizim meşhur ve yüzyılların eskitemediği din taciri(!) anlaşılan.           

            Yularını ellerinde tuttukları yargıya, ‘cadı avı yapılmasın’ erdemliliğinin(!) tavsiyesinde bulunanlar, ne var ki 21’ci yüzyılın bizatihen gerçek cadıları olduklarını görebilme erdemliliğinden yoksunlar. Ki ne olmuştu o dönemlerde. Bütün hak ve adalet arayan aydınlar, tüm özgün inançlarını savunan sıradan insanlar, savları işlerine gelmeyen dönemin kilise ve yönetici asilleri tarafından dışlanarak tutuklanmış, ağır - ki en hafifi bile 18 yaş sınırı gerektiren pembe diziler gibi algılanan - Engizisyon cezalarına çarptırılmışlardı.
            Kadınlı, erkekli, hatta çocuk yaşlarda ki, tüm cadı diye tutuklananlar, dönem ve mekânlarının aslında en aydınlık insanlarıydılar. Tıpkı bizim Ergenekoncu ve Silivri Karacaoğlanları gibi. Başbakan’ın bu tabiri de bilerek kullanmadığı ortada, yoksa kendi aydınlık(!) kimliği de gündeme oturacağından, bir yerlerden duyduğu(!) bu lafı asla kullanmazdı. Ne var ki, her zaman ki gibi yine kendisini bacağından vurdu ve bir kere daha kendisini yurdumun vasıfsız acemiler mangasına endeksledi, acilen geçmiş olsun.

            Şimdi Başbakana da bazı tavsiyelerde bulunmak, farz oldu bize artık. Sayın Başbakan, Cadı avının gerekçesini bir araştır, dönemi ve aslında kendileri kara cadı olanların hazin sonunu bir öğreniver. Bunu yaparken de kendi geleceğine de empati kur. İtme dürtme ile bir yere varılamayacağını, elin hamuruyla uzun vadede ekmek açılamayacağını düşün ve tarih dersine çalışmayı sakın ihmal etme. Denenmişleri bırak, bırak ki,  Amerikan balonuyla Türkeline inişin gibi, gidişin de kapak(!) olsun.
            Türkçemiz güzeldir ama doğru ve yerinde kullanıldığında, her duyulan bilinçsizce savrulursa, insanı da acınası durumlara düşüren bir haşmetli dildir de ayni zamanda. Kocamaan bir Başbakana ya da, Sultan-Başbakana(!) – bu tanımlama da yenidir, işte sana bir tüyo daha - nasihatlerimi iletirken, inan ki içim sızlıyor, üzülüyorum ama ne yaparsın, bizi bu noktaya getiren kaderin utansın. Senin hükümet başı olduğun bu mekânda, beni hem de sayende intibaksız(!) ikinci sınıf vatandaş emeklisi yapan kendi kederime ise, lanet okuduğuma inanabilirsin.

            Diğer yanda ilkel çağların da gerisinde kalmış, - hadi o dönemlerin skolâstik nedenleri(!) vardı - bir adım ileriye doğru ayıp olmasın diye kımıldarken, iki adım geriye sıçrayarak ilerlediğini iddia edenlerle uğraş dur sen hala. Devrini çoktan kapamış o âdemoğullarıyla, bugün bizi de hala ve maalesef yakinen alakadar eden bazı kellelerin(!) sahipleri arasında, acaba bir fark görebiliyormusunuz? Okültik kafalara meram anlatmaya, nafile uğraşlar ver dur sen habire, oysa deveye hendek atlamayı öğretsen, daha anlamlı, daha faydalı, en azından da - deve bile bir kere öğrendiğini unutmayacağından - kalıcı olurdu.

§  Biz, haklarımızı ve bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz mücadelenin kutsallığına ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaşama hakkından mahrum edemeyeceğine inanıyoruz. Tarihin bugüne kadar kaydetmediği bir suikast olan ve Wilson prensiplerine dayanan bir Ateşkes Anlaşması`nın, milleti savunma imkânlarından yoksun bırakmış olmasından doğan bir hileye de dayanmış olması bakımından, ilgili milletlerin şeref ve haysiyetleriyle de bağdaşmayan bu hareketin ne demek olduğunun takdirini, resmi Avrupa ve Amerika`nın değil, bilim, kültür ve medeniyet Avrupa ve Amerika`sının* vicdanına bırakmakla yetinir ve bu olaydan doğacak büyük tarihi sorumluluğa, son olarak bir kez daha dünyanın dikkatini çekeriz. Davamızın haklılık ve kutsallığı, bu güç zamanlarda, Tanrı`dan sonra en büyük yardımcımızdır.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Hey`et-i Temsiliyesi adına
(Mustafa Kemal – Nutuk)
           
            Biz bunları söylerken de, en az Atatürk kadar pozitivist ve optimist olduğumuzu, zaten saklamıyoruz ki. Şimdi her zamankinden de fazla ihtiyacımız olan Kuvayi Milliye ruhumuz, ‘Atatürk bilimselliğinden’ almak zorunda olduğumuz bu kavramların ışığının, erişmediği bir ortamda asla yeşeremezdi ki 600 yılda yeşeremediği gibi. İşte sömürgeciler ve onların içimizde ki Truva atları olan anti Türkler, şimdi tam da bu gerçeğe oynamıyorlar mı esasen.

                                                                                                          Serendip Altındal

7 Mayıs 2012 Pazartesi

EVRENİ AYRINTILAR YÖNETİR..

                                          07 Mayıs 2012 Pazartesi

     Bu yazımla birlikte size yolladığım ek vasıtasıyla, yazıyı muhtemelen sizlerin de kullandığı, WORD programında yazarken yararlandığım ATATÜRK fontuna, sizde sahip olacaksınız.
     Şimdi Türk Milleti’nin, tüm e-yazışmalarını bu fontla yaptığını bir düşünün. Bunun Internet dünyasında nasıl bir etki yaratacağını ve nasıl bütün dünyaya, TÜRK ZEKÂSI odaklı yeni bir İstiklal mesajı verebileceği hakkında ki yorumu, görüşlerinize bırakıyorum.
     Her zaman söylediğimiz gibi, evreni yöneten ayrıntılardır. İşte bu küçük ayrıntı da bir gün evrensel bir Milat olup çıkıverir karşımıza, kim bilir.
                                
Yapacağınız işlemler:

1)      İlişikteki Ata_Font.rar dosyasını masa üstünüze kopyalayın.
2)      Üstüne sağ fare tuşuyla tıklayıp, açılan menüden ‘buraya çıkart’ komutunu seçin.
3)      Masa üstünüze açılacak olan Ata_Font adlı arşive, tıklayarak içine girin.
4)      Arşivin içinde ki Font.cmd komut dosyasını iki defa tıklayın.


   İşte hepsi bu kadar. İnşallah bu bilgileri ve ekte ki dosyayı, bütün mesaj arkadaşlarınızla da paylaşmayı unutmazsınız…
  Bu vasıtayla da, www.artikeldeko.com adlı siteden aldığım bu font adına, sevgili Murat Özbalcı’ya, Atatürk fontunun babası olması, hem de bana bu eylemin fikrini vermesi nedeniyle teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç biliyorum. 
                               Serendip Altındal

                                                                                         

6 Mayıs 2012 Pazar

UÇTUUÇTU KİM UÇTU..

             Uçtuuçtu bizim hezarefen paşa uçtu! Aferin paşa, insan velinimetine böyle sadık(!) olmalı. Taşımak zorunda olduğu öz değerlere olmasa da, ulufe dağıtan Sultan’ına insan böyle sadık kalmalı, işte böyle de hazır olda durmalı zaten. Şerefli Türk Ordusu’nun Albay üstlerine, General, Amiral denirken, Osmanlı Sultanları’nın generallerine de PAŞA dendiğine, gocunmamalı o zaman da insan, değil mi paşa.
            Hayırdır paşa, yürekli, vicdanlı, ahde vefa sahibi, adam gibi saf tuttuğun arkadaşların ve önlerinde de hazır olda beklediğin komutanların, ne yazık ki senin gibiler sayesinde, bugün hücrelerinde hiç de hak etmedikleri, Tanrı’nın değil ama ‘Vatikan İblisi’nin’ çizdiği melun ve sanal kadere zar atarken, senden gık çıkmıyor. Ama anayurdunun erdem sahipleri, haklı sitemlerini ortaya koyunca, generalliğini hem de şerefli ordu’nun Kurmay başkanlığını, birdenbire hatırlayıveriyorsun.
            Ne o, yoksa bu serzeniş de tuluata uydurulmuş başka bir senaryo olmasın veya ulufeni hak etmek adına, sahibinin kapısında arada bir kükremen gereğini hissetmiş olmayasın sakın.

            İyi de, yiğitlerine çuval geçirilirken, günahsız arkadaşların yaka paça derdest edilirken, kendi namusunu kaybetmiş birileri şerefli ordunun ırzına geçer ve kozmik odalarını tarumar ederken, nerelerdeydin be paşa. Herhalde sen o zaman general falan değildin, anlaşılan rütbeni de sana, yeni görevin gibi bir gecede uluf ediverdiler. Senin hamurundan olanlara yakışan da budur, bravo paşa doğru yoldasın. Yeni görevin, birlikte tıngırdadığınız tramvayın gidebileceği son durağa kadar cümlenize hayırlı olsun şimdilik. Başka da ne diyelim ki, nasıl olsa nato mermer(!)
            Anlaşılan rahmetli yüce Atatürk, senin de bir yerlerini acıtmış olmalı. O halde söyleyiver paşa, sıra şimdi de, Türk Ulusu’nun asal olan gerçek ve milli bayramlarıyla birlikte, dünya tarihinin ilk’i ve teki olan İSTİKLAL MADALYAMIZI da mı yok etmeye geldi. Ama ben aziz şehitlerimizin mezarlarından yükselen kemik seslerinin takırtısını duyuyorum. Sen duymuyormusun? Herhalde kulaklarında da pamuk tıkalı olmalı aynı zamanda.

            Ne var ki paşa, cennet, cehennem bebelere balondur. Sende nasıl olsa saatin çaldığında, o anacıklarının ak sütleri gibi alınları temiz yatan aziz şehitlerimizin katına inecek ve koyun’un ak mı kara mı olduğunu göreceksin. Seni nasıl buyur edeceklerini biliyormusun. Ulufeni dağıtan sahibinden, keşke bunun için de bir garanti belgesi alsaydın da, boşuna gaza gelmemiş olsaydın bari. Okültik fantezilerin dışında, dünyanın milyonlarca yıllık yaşına rağmen, oralardan gelipte bize gerçek olan GERÇEĞİ belgeleyebilen bir Âdemoğlu henüz çıkmadı.
            O tarafta aslında benim gibi seni de neyin beklediğini sende bilmiyorsun. Bırak bizi kandırma numaralarını da, imana gel bari paşa. Yalnız senin de herkes kadar bir şansın var, sonunda bugünkü sahibinle de, öyle veya böyle aynı katta muhtemelen buluşacaksınız. Eee artık orada muhteremlere bir kolaylık düşünürsün herhalde. Bari bu en son şansını iyi kullan, hiç olmazsa kalan - o da varsa - son onurunu kurtarırsın belki.

            Yalnız vazgeçilemez bir hususu da hatırlatmak gerekirse, sana her şeye rağmen görevini hatırlatan Türkeli’nin tüm ADAM evlatlarının, öbür tarafa göçerken de, senin endişe ve vicdan muhasebeni beraberlerinde götürmeyeceklerine, ismin gibi inanabilirsin.
           
                                                                                                          Serendip Altındal



                                                                                                          

3 Mayıs 2012 Perşembe

KORKU ECELE KİRA ÖDER

           Meclis Başkanı Cemil Çiçek, tutuklu vekiller için ümit vermemiş. Zaten söylememişmi de. ‘Siyaset gerçekler üzerine yapılan bir iştir. Ben gerçeklere göre hareket ederim’ diye. Bununla ne demek istemiş veya üstü kapalı geçmiş herhalde, hani oğlum sana söylüyorum hesabı. Bizim işverenlerimiz neyi, nasıl isterlerse, o bize gerçek olur ve biz o gerçeklere uymak zorundayız demek istemişse şayet, doğru da söylemiş. Çünkü kendi gerçeği de bu değil mi aslında. Pekiyi ne diyor acep baş usta, bu hususta. Bizim çıkardığımız valla bu, başka da bir şey gelmiyor aklımıza.
            Ayrıca AKP ile birlikte start alan, kadınlı erkekli – 6000 kelleden fazla – Amerikan güvenlik birimlerinin bordro kadrosundan bir sürü ajan’ın, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde konuşlandırılmış olduğu biliniyor. Ne yapıyor da ‘patron Joni’ den aldıkları yüksek maaşlarını hak ediyor bu küreselci, hem de ‘yumuşakçı Ticaniler’. Ne mi yapıyorlar, sosyal, ekonomik, siyasi, milli ve gayri milli, Emmioğlu’nu tarihten silmeye odaklanmış her türlü herzeyi yiyor, her operasyona imza atıyor, her deliği karıştırıyor ve her taşın altını araştırıyorlar. Sonra da gözlemlerini üstlerine rapor ediyorlar.
            Üstleride kendi üstlerindekilerle durum muhasebesi yaparak öncelik sırasına göre sömürge genelgeleri oluşturup, dizlerinin dibine çömelttikleri(!) bizim devşirme kuklalara emirlerini, komuta zinciri altında buyur ediyorlar. Sonrası malum, baş oğlandan itibaren sırada ki diğer figüranlar, yeni sahnelerde kendilerine biçilen komutların gereğini, sırasıyla sergiliyorlar. İşte icraat bugüne kadar böyleydi, bundan sonra da farklı olmayacak. Bu oyunsa, tümüyle vizyondan kalkıncaya, zorla kaldırılıncaya veya modası geçinceye kadar da bizim sahnede böyle oynanacak gibi gözüküyor şimdilik. 

            Bir de ayrı ama paralel sahnede, küresel senaristlerin, geniş tabanlı ‘sosyolojik psikoz yaratma’ tanımlı senaryoları çaktırmadan sahne alıyor. Bu senaryolar bağlamında, mesela bir ‘KORKU’ modası yaratıldı. Bırakın yalaka, yandaş ve fırsatçı olanlarını, yazar/çizerlerin en ulusalcı, milliyetçi, doğrucu Davut olanları bile insanların korkutulduğunu söylüyor ve bu klasiği ağızlarına, kalemlerine pelesenk yaptılar.
            Kim korkuyor, neden korkuyor, hadi canım sizde, korkan önce aynaya baksın. Korkan falan yok. Tam aksine, iddia da edebiliriz ki, en az bir milyon insan - belki de çok daha fazlası - bugün, kendilerini satanlardan kurtulmak veya onlarla hesaplaşmak adına, en ağır icraatlara gönüllü olmaya hazırdırlar. Millet korkuyor diyenler, herhalde kendi korkularını millete atfediyor.
            Milletin korktuğu filan yok. Girin o zaman içlerine, oturduğunuz yerden millet adına ahkâm kesmeye, kalemi kâğıtta sürtüştürmeye, ya da klavye tıkırdatmaya benzemiyor, sıkıntısını iliğinde hisseden halkın tansiyonunu ölçmek. Ben kendi adıma, bu yurdun gerçek sahibi halk çocuklarıyla, emmioğullarıyla daha fazla beraberim. Onlarla dertleştiğimde, hele de birçoğunun, ‘halk korkuyor’ diyenlerin tahmin dahi edemeyecekleri tarzlarda, yürekli feveranlarını duyduğumda, kendi adıma o gamotaların muhataplarının yerinde olmayı asla istemezdim.
            Görmüyormusunuz? Başbakan da bunun farkında ki korunma(!) masrafı her geçen gün daha da artıyor. Ama insanoğlu korkunun ecele kira ödediğini, her zaman da ödeyeceğini ve bu kiranın Senyoraj hakkı olduğunu, asla da feshedilemeyeceğini bilmez veya hep unutur ne hikmetse.
             Siz de kendi hesabınıza kiminle, neyi, nerede konuştuğunuza bakın ve istatistiğinizi ona göre oluşturun. O zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız. Her söylenene de kulak asmayın ve sanal istatistiklere hiç inanmayın. Hiçbir şey yapamıyorsanız da, dünkü 1 Mayıs muhteşem işçi birlikteliğinden – ki aslında yeni bir gelincik mitingi idi – başlayabilirsiniz mesela.
            Bakın bakalım inanmış ve kararlı muhteşem kalabalığın arasında korku’nun izine rastlayabilecek’misiniz. Esasen bu söylentilerin ana kaynaklarının, bir angajmanları da toplumsal paranoya yaratmak ve toplumu işlemez hale getirmek olan, yukarda tanımladığımız ajanların görev kapsamlarına dayandığını, hala teşhis edemiyormusunuz(!).

             Şayet ediyorsanız da neden millet’i  ‘KORKAK’ yapmakta ısrarcısınız ve görevleri bu olan ajanlara alet oluyorsunuz o zaman? Hadi dürüst olunda aynaya bakın ve kendi korkunuzu itiraf ediverin, bizde samimiyetinizi alkışlayalım. Onların, gölgelerinden bile korktukları ve arkalarında korumaları olmayan asıl babayiğit Karacaoğlanlar, Deli Dumrul’lar esasen içerdeler. Dışarıdakileri zaten adamdan saymıyorlar, o halde neden, kimden korkuyorsunuz ki(!)…
                                                                                                      
                                                                                                                        Serendip Altındal