28 Mart 2012 Çarşamba

İLKER PAŞAYA..

           Vah paşam, güzel paşam, keşke görevdeyken vursaydın da o yumrukçuğunu masaya, fırlatsaydın da apoletini kayık olan suratlara, tekmilinle birlikte geçiverseydin tarihe be paşam, fena mı olurdu? Silivri’de ki toplama kampında senin işin ne be aslan paşam. Melun emperyalist sırtlana 6.35 bile patlatamayan Saddam’ın generallerinden bile beter ettiler sizleri, yazık değil mi, hem size hem de bize paşam. Ne işiniz var sizin oralarda, hadi siviller olsa, o da bir dereceye kadar kabul edilebilir.
            Ama hele sizlerin kurmay olarak çok da iyi bilmeniz gerekmezmiydi, her zaman Perşembenin geleceğini Çarşambanın müjdelediği(!) be paşam. Hepsi bir yana, insanla alay eder gibi – ki gibisi fazla – aşı bile tutmayan PKK kuduzlarıyla, sizin gibi 20 yılını onlarla mücadeleye ayırmış bir kumandanı aynı kefeye koymak, hukuk(!) – ki o da çakma hukuk – adına yapılan en büyük ve tarihi bir suiistimaldir, inanın sizin adınıza ben kahroluyorum paşam.
            Neyse bu da geldi başımıza ama bu da geçecek hiç şüphesiz, bütün geçmiş olan ve olacaklar gibi. Üzülme paşam, şimdi bundan sonra ne olacak, bu yaralı ulusun dibi delinmiş torbası tekrar nasıl dolacak, onu söyleyin bari. Vaktiyle yüce Atatürk’ün şerefli ordusunun en yüksek makamının mührü elinizdeyken yapamadıklarınızı, aslanlar gibi aynı üniformayı taşıdığınız, o şerefli ahde vefa adamlarının ordusundan emekli olunca nasıl halledeceksiniz, bu konuda da bir fikriniz var mı? Kolayı varken bu imkânsızı kucaklayan zorluk nedendir be paşam.

            Dün Tandoğan’da ki, tarihi gelincik mitingli CHP gurup toplantısını TV den seyrettim ve orada olamadığıma esef ettim. Hatırlarsanız ilk mitingler harikaydı. Hele ilk Tandoğan açılış mitinginde eşimle birlikteydik. ABD ve tüm kuyruklarına, o gün bildiğim bütün gamotayı sıraladığıma inanabilirsiniz. Hükümete laf bile söylemedim kendi adıma, çünkü onları muhatap bile almıyorduk. Kuvayi Milliye nin hedefi belli ve de tekdir, bu da her zaman ‘emperyalist sırtlandır’ esasen. Başka kimi muhatap alacaktık ki.
            Başımızda ki kanı emilmiş, suyu sıkılmış devşirmeleri mi? Devşirmeleri adamdan saymaksa bizlere yakışmazdı. Bu nedenden ötürü, o gün de farklı olmadı zaten. Güvencemiz ise, onurlu olduğunu düşündüğümüz şerefli ordumuzun kumandanlarıydı ama ne yazık ki fos çıktılar ve tipik oportünistler olarak kendi kotralarına kaptan olmayı yeğlediler. Üstüne de bugün kendilerini, sizlerin çektiği hiç de hak etmediğiniz acılardan soyutlayan arkadaşlarınızla, yıllarca aynı saflarda olmaktan herhalde utanç duyuyor olmalısınız paşam. Bu da yerden göğe kadar hakkınızdır.
            Ve işte hep birlikte bu günlere de geldik paşam. Ne ki, istesek de istemesek de kotralarımızdan iskeleye atlayıp, rüya denizlerini de arkamıza alıp, el ele ‘YURDUM’ gerçeğimizle kapışmak zorundayız şimdi. Zira bizi sonra Ahret bile kabul etmeyecektir, öyle değil mi paşam. Maalesef görev zamanınızda yaptığınız hataları bir bir buraya sıralamak bana düşmez. En azından size olan saygım buna müsaade etmez. Ama onları yine de siz bilin ve de küçüklerinizi uyarın yeter.

            Şimdi bütün geçenleri bir kenara bırakıp, önümüze bakma vakti çoktan geldi de geçiyor artık paşam. Bundan sonra olacakları, ulusal müktesebat adına hep birlikte, üniformasız, hatta geride kalan birçok üniformalıdan(!) da iyi planlayabileceğimizi, bu vatana ve bizden önce göç eden ‘o adam gibi adamlara’, hele de ölüsü öpülesi büyük öndere layık olduğumuzu ispat edebilmek için, önümüzde fazla bir zaman dilimi de kalmadı, değil mi paşam.
            Dün yapamadığımızı, hadi gelin yumruklarımızı bir araya kenetleyip bugün ortaya koyalım. Türk oğlunun vatanının gerçek sahibinin kim olduğunu, beraberce yine sokalım yedi düvelin gözüne ne dersiniz paşam. Gerekirse de gidelim gideceğimiz yere birkaç gün evvel ne fark eder. Nasıl olsa hep beraber kimliğimizden – sizin de tanımladığınız, özümüzden – başka kaybedecek fazla bir şeyimiz de kalmadı. Bu son değerimiz de elimizden alınmadan, onur belgemizle göçelim vacip olan yere bari. Ama ADAMLAR GİBİ hiç olmazsa. Ne dersiniz paşam.

            Ne var ki, Kuvayi Milliye’nin asla havlu atmayacağını hep biliyoruz değil mi paşam.

                                                                                                     Serendip Altındal

         



            

25 Mart 2012 Pazar

DEMOKRATİK ÜMMETLER..

               Ben bu Amerikan halkına acıyorum kendi adıma. Hoppala! Biz acınacak durumdayken, bizi soyan haramilerin halklarına acımakta nereden çıktı diyenler olacaktır, şimdi hiç şüphesiz. Ne sandınız, aslında onlar bizden daha ağlanası durumdalar da ondan. Çünkü biz yaklaşık 700 yıldır ne idüğü belirsiz ve kendine Türk diyemeyen(!) Osmanlı-Arap sarmalından binlerce yıl evvel de kimliğimizin sahibi olduğumuz halde, bize neredeyse Türklüğümüzü unutturan yanlış olgunun yanlış mirasıyla, kendi anayurdunda ümmet edilmenin ne demek olduğunu iyi biliyoruz. Ayrıca Ergenekon adlı çok eski bir deneyimimiz daha vardır.
            Bu nerden baksanız, rahmetli Atatürk’le başlayan 87 yıllık bir Cumhuriyet devrimi ve yeniden dirilişin bile, küllerinin altında yatan ümmet kompleksini hala söndüremediği, 700 yıllık bir akültür deneyimidir. Oysa Amerikan halkı şunun şurasında 100 yıl içinde, bizden bile bağnaz ve aymaz bir ümmet haline dönüştürülmüş. Hem de kökü tarihsel ve asil bir kimliğe dayanmayan, bir kaç egemen Demokrasi(!) havarisi pozunda ki, uyanık para babası hergele tarafından. Dolayısıyla onların daha da acınası bir durumda oldukları görülüyor.
            Baksanıza arada sırada, kendilerini gerçekten özgür ve Demokrat sanarak, müktesebatlarını tayin etme haklarını kullanmak istiyorlar, sokaklara çıkıyorlar, sen misin yürüyen, küt diye başlarına Demokrasi(!) sopası iniveriyor ve derebeylerinin özgürlükler(!) ülkesinde, birden ne acınası hallere düşüveriyorlar. Biz en azından onlar gibi, böyle gülünç olmuyoruz. Ümmet olmanın bilincinde(!) paşa paşa oturuyoruz yerimizde hiç olmazsa.

            Hâlbuki bir kımıldayabilseler, sahipleri de kımıldamak(!) zorunda kalacak ve başta kendileri olmak üzere bütün dünya rahat bir nefes alacak. Kriz, mriz de kalmayacak, işler birden açılacak. Ve özgür bireyler gibi yeniden istikbal planları yapmaya başlayabilecekler. Küreselci narkozunu almadan evvel olduğu gibi.
            Ayrıca dünyanın en cahil toplumlarının başında kabul edilen Amerikan ümmeti pardon milleti, klasikleri olan Amerikan rüyasından ne yazık ki hala uyanamadı. Hal ve melalini sorgulamaktan çok uzak arayışlar içinde ki bu safdiller, herhalde işlerin hep böyle süreceğini yani patronları olan Mafyanın 7x24 saat Dolar basmasıyla, bütün dünyaya sonuna kadar sahip olabileceklerini zannediyor olmalılar, kim bilir?

            Eski Almanlar onlara ‘Amis’ yani ‘Amiler’ derlerdi, başka bir şey de değil, sadece Amis, yani onları adamdan saymazlardı. Öyle ya, nereden baksanız her iki Amerikan patentinden ki Hiroşima’ya, Nagazaki’ye atılan Atom bombaları da dâhil, birinde Alman imzası vardır, herhalde ondandır kimbilir. Esasen Normandi de son şanslarıydı.
            Şayet burnu büyük Mareşal Rommel, müttefiklerin ellerinde kalan son araçlarıyla, ağırlığı ticaret şilepleri ve balıkçı gemileri olan 2 milyon askerlik bir çıkarmayı hafife alarak, Almanları tufaya getirmeseydi, harp bambaşka bir sonuçla biterdi. Zira beğenmedikleri Hitler’in, karargâhı Wolfsschanze’dan, Washington’u V2’lerle vurmasına sayılı günler kalmıştı. Ki Coniler o günlerde bunu hayal bile edemezlerdi.
            Hitler bir emperyalist harp başlatmıştı neticede, sonunda ise başta kendisi ve dava arkadaşları olmak üzere, çoğunluğu Nazi olmayan ve kendisini desteklemeyen ama ümmet haline getirdiği milleti, zorunlu vatan savunması yapmak zorunda kalmış ve hepsi birlikte faturayı ödemişlerdi, hala da ödüyorlar. Şimdi de sıra Amerikan ümmetine geliyor. Şayet bize, istemeden bindiğimiz Demokrasi tramvayında alıştıra alıştıra giydirilen ümmet harmaniyesi’ni, sırtımızdan atamazsak bizde sıradayız.
            Bu arada Demokrasi yaftalı emperyalist olgusunda ki, özgürlükler adına üstü örtülü yalanı, daha İstiklal harbi döneminden önce tespit eden dahi Atatürk’ün, neden halklar için en adil ve asil olan Cumhuriyette karar kıldığını da anlamadan geçmeyelim.

            70 li yıllarda Almanya’da, babası Çanakkale’de ayağında postalı, elinde silahı olmayan ama mangal gibi yüreğiyle ‘YENİDEN DİRİLİŞİ’ sergileyen Türk evladına, mihmandarlık yapan bir Alman subayı olan yaşlı bir dostum vardı. Kendisi babasının Türklerle ilgili sevgi, saygı ve kahramanlık öyküleriyle büyümüş, dolayısıyla da bizlere karşı saygı ve sempatisi fazla gelişmiş bir muhteremdi. İş yerinde öğlen tatillerinde piposunu içerken bana harp anılarını uzun uzun anlatırdı.
            Çanakkale’de yokluk içinde ki Türk evlatlarına mihmandarlık yapan bir Alman subayı, hangi nedenle orada bulunursa bulunsun, hiç kalbi zengin Türk evladı için, nasıl kutsal olmaz, oğlu nasıl saygın olmazdı. İşte ben de kendisini bu duygularla, sevdiğim bir aile büyüyüm gibi saygıyla dinlerdim. Alman işgal ordusuyla Rusya’ya yürümüş sonra da İngiltere’de iki yıl esir kalmıştı. Nazi olmadığı, Hitleri desteklemediği halde harbe katılmak zorunda kalan Alman ümmetinden bir fertti sadece. Ve o da diğer çoğunluk gibi sonunda hiç de hak etmediği halde, ne yazık ki faturayı birlikte ödemiş ve ömrünün değerli yıllarını kaybetmişti.
            Bir defasında bana, ‘biz Rusya’ya girerken müthiş zulüm yaptık. Bu pisliğe iştirak eden bazı silah arkadaşlarıma, ya onlar da bize aynı şeyleri yapsalar ne yapardınız diye sorardım. Sonra biz kaybettik, Ruslar Berlin’e kadar girdi, inan ki bizim yaptığımız zulüm ve eziyetin yarısını bize yapmadılar, demek ki onlar daha uygar insanlarmış’ demişti. Böylesi özü sözü doğru saygın bir insandı. Şayet yaşamıyorsa gönlünce yatsın, yaşıyorsa da kulağın çınlasın ‘Herr Borneman’.

            Şimdi Amerikan ümmetine, günlerinin sayılı olduğu hakkında fikir vermek bağlamında, ORSAM raporundan bir alıntıyı, belki uyanmalarına katkı sağlar amacıyla aşağıda görüşlerine sunuyorum. Ve buradan onların aklı başında olan ama varlıkta yokluk yaşayanlarına ve içimizdeki uzantılarına(!) ise, ‘kaldırın artık kafacıklarınızı, çoktan sona eren Amerikan rüyasından’ diyorum.
                                                                                             
                                                                                              Serendip Altındal




    §      Çin ve Rusya’nın kendi yakın çevrelerinde liderlikleri altında bölgesel güvenlik elde etmeye çalışmaları ve maddi güç imkânlarını daha fazla kullanmaya başlamaları ABD’nin temel ilgisinin Ortadoğu bölgesine kaymasıyla yakından alakalıdır. ABD’nin Ortadoğu’daki meşguliyetleri ‘yükselen güçler’i kendi bölgelerinde daha rahat hareket eder hale getirmiştir. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulması ve BRİÇ (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) denen oluşumun ortaya çıkması ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarından bağımsız düşünülemez.

2000’li yıllarda Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in neredeyse bir blok halinde hareket etmeye ve küresel politikaların belirlenmesinde daha fazla söz sahibi olmaya başlamışlardır. Avrupa Birliği’nin içersine girdiği kurumsal ve ekonomik kriz ile ABD’nin Irak ve Afganistan bataklıklarına saplanmış olması uluslar arası siyasi ve ekonomik arenada yeni güç merkezlerinin ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır. Bu devletler arasında son yıllarda Güney Afrika ve Türkiye de sayılmaktadır. Yükselmekte olan güçlerin neredeyse hepsinin anlaştıkları nokta İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin daha çok Batı’nın çıkarlarını yansıttığı ve günümüz ortamında meşruiyetini kaybettiğidir.

Yapılması gereken uluslararası örgütlerin mevcut güç dengelerini daha adil bir şekilde yansıtması için çalışmaktır. Mevcut sistemin kurumlarının ve değerlerinin daha adil ve meşru olabilmesi, yükselen güçlerin çıkarlarını daha fazla yansıtmasına bağlıdır. Salt ‘yükselen güçler’ kavramının pekişmesi bile ABD’nin Irak ve Afganistan’daki operasyonlarıyla dolaylı olarak ilgilidir. Sonuçta ‘yükselen güçler’ olarak tarif ettiğimiz devletler egemenlik, devletlerin iç işlerine karışılmaması, liberal demokrasinin zor kullanılarak ihraç edilmemesi ve bunun bir ulusal güvenlik stratejisi olarak tanımlanmaması konularında benzer görüşlere sahiptirler. Evrensel ve genel geçer insan hakları, egemenlik, güvenlik, modernleşme, kalkınma ve yönetim anlayışlarının olamayacağına inanan bu güçler Batı modelinin Irak ve Afganistan’da uygulanmaya çalışılmasına tepkiyle yaklaşmaktadırlar.

Bu ülkelerin neredeyse hepsi uluslararası meşruiyetin en başta Birleşmiş Milletlerden kaynaklanacağına inanmaktadırlar ve ABD’nin tek taraflı askeri müdanelerini tehlikeli görmektedirler. İnsani gerekçelerle de olsa yapılan askeri müdahalelerin meşrulaşması ve yaygınlaşması bu ülkeleri özellikle kaygılandırmaktadır. Çünkü bu ülkeler bu tarz müdahalelere zemin oluşturabilecek toplumsal dokulara sahiptirler. Gerek Rusya’nın gerekse de Çin’in ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk hareketlerine ve bunlara ilişkin geliştirilen Batlı politikalara verdikleri tepkiler başka türlü açıklanamaz.
(ORSAM Rapor No: 77, Ekim 2011)

24 Mart 2012 Cumartesi

DÜNYA DEVLETİ FANTASTLARINA..

            Ekonomik, politik, bilimsel(!), sanatsal, sportif, medyatik ve dinsel, özellikle de Amerikalı Vatikan imamı aracılığı ile dinler diyaloğu masalıyla yamultulmuş(!) İslam modelli, bütün araç ve gereçlerle taarruza kalkmış AB + ABD emperyalisti var bugün karşı cephemizde. Dünkü emperyalist kafa yine aynı kafa, güncel heriflerse aynı haramilerin yeni sürümleri.
            Ne var ki, bugün kullandıkları silahlar dünkünden daha farklı. Dün Atatürk’ümüzün liderliğinde ki ‘has ordumuzun’ tekmesini kıçlarına yedikten sonra, açlık yine kapılarını çalınca, tarihten ders almasını iyi bildikleri için de, o günkü cesareti gösteremeyerek, daha rafine yeni silahlar denemeye kalktılar. Bunlara silah da denmiyor artık. Şimdilerde moda araçları ‘küreselcilik’, amaçlarıysa ‘tek dünya devleti’. Allah, Allah işe bak sen! Yani millet yok, vatan yok, hudut ve pasaportta yok. Aman ne güzel, desene hep birden dünya vatandaşı olacağız ve bütün dünyada bizim olacak. İyi valla, ama ‘pışşık’ sen öyle san.
            Neticede dijital kimliğin olacak, nüfus kâğıdını yırtıp atacak ve ‘tek tip’ dünya vatandaşı olacaksın. Prototipi de yok ki musibetin ne mene bir şeydir görüp anlayalım. Rüyadan da öte acılı bir kâbus gibi, dün ülken ve ulusun varken hiç olmazsa ikinci sınıf ama özgün vatandaştın yurdunda. Yarın hangi sınıfta ve vasıfta olacağın da belli değil. Arkanda, sıkıştığında başvurabileceğin bir devletin ve kendi ortak paydalarınla, dilini, derdini paylaşabileceğin, yurttaşım diyebileceğin insanlarında olmayacak artık etrafında. Ki bu yokluğa ailende dâhil olacaktır.
            Kendi ulusal kökü olmayan ve yobazın Atatürk’e duyduğu gibi, kendisi de bütün ulusal kimlik taşıyanlara kin duyan vatansız herifçioğlunun, veri tabanında bir dijital kayıt olmaktan öte kıymeti harbiyen de kalmayacak. Ondan sonra ki safhada da zaten müsait bir yerine takılacak, hangi marketten alış veriş yaptığını, midende neyi hazmetmekte olduğunu ve kaç günlük ömrün kaldığını bile sahibine rapor edecek, bir dijital yonga ile dolaşacaksın. Devletinle birlikte resmi kayıtlarında hasıraltı edileceğinden, mal varlığın da olmayacağı için, icra derdin de kalmayacak. Bak, belki de buna sevinebilirsin(!).
            İnsan bile sayılmayacak, sadece kendin gibi dijital-kimlikli diğerleriyle, ‘dünya’ adlı harada otlayan sürüden biri olacaksın. Sadece kendilerine özgün ‘insan’ olan bir oligarşik azınlığa, bırak biat etmeyi, o azınlık tarafından resmen ‘güdüleceksin’. Bu mu özlemin ya da sana ezberletilen ‘liboş’ masalın birader? Mersi, ben almayayım, sen benim payıma düşeni de alabilirsin. İşte bütün bunlara ve daha fazlasına razıysan, kendini ona göre hazırla kardeş!

            Bu maskaralığı, dünya emeklisi, duayen ‘Homosaphien’e reva gören fantast’lara da sırası gelmişken iki söz söyleyiverelim:
            Ulan aptessiz imamlar! Ben sizin ulusal aidiyetinizi kaldırıp, misak ı milliniz dâhil, bütün mal varlıklarınızı dünya vatandaşlarının(!) emrine tahsis etsem ve sizlerin her türlü otonomik vesayetinizi yok sayıp, sizi tarihten silsem, bana seyirci kalırmısınız?
            Hiiiç sanmıyorum. Bırakın bize manita yapmayı, karanlıkta göz kırpmayı. Bizi bu kadar da su kabağı yerine koymayın, ayıp oluyor doğrusu. Sadede gelin artık. Öyle safdil(!) olmadığınızı aksine Şeytana bile pabucu ters giydirdiğinizi, hep biliyoruz değil mi? O halde, kendinize yapılmasını istemediğinizi, başkasına, hele de dost(!) dediklerinize, yapmaya hiç kalkmayacaksınız. Yoksa bırakın dünyada yalnız kalmayı, harada ayrık otu gibi kılırsınız ki, sadece beygirler onu çok sever.

            Dijital veri bankası koduyla, insan-birey kimliğimin yer değiştireceği, sadece 3,5 ne idüğü belirsiz cibilliyetsizin – lider ve haramileri - , İNSAN(!) sayılacağı bir dünyada, dijital-insan ya da insan-robot olmaktansa, kendi özgür ulusumun özgün BİREY’i olarak yaşamayı ve bu uğurda gerekirse de severek ölmeyi, sonuna kadar yeğlediğimi tartışma konusu bile yapmıyorum.

                                                                                                   Serendip Altındal


21 Mart 2012 Çarşamba

FİKTİFİNİZİ SORGULUYORMUSUNUZ..

            İşi gündem karmaşası yaratıp, çaresiz kalmış ve kaderine terk edilmiş vatandaşa, güncel gerçeğini unutturmaya çalışarak, ömrü kısalmış iktidara hayat öpücüğü veren, yandaş yazarçizer takımına rağmen, kendi emekli güncelimden – yaşam fiktifimden - cımbızla çektiğim iki mütevazı örneği aşağıda yorumlarınıza sunuyorum.

            Birincisi, bugüne kadar 7 araba ve 52 yıllık ehliyet sahibi bir insan olarak, otomobil kültürümü ve de ihtiyacımı neredeyse bana unutturan, buna rağmen her gün ailevi nedenlerle, az da olsa direksiyonuna oturmak zorunda kaldığım 21 yaşında ki son arabamın  - ki bugün 19 yaşında olan birincisi gibi, halen 2 yaşında olan ikinci torunumu da büyütmektedir emektar – her defasında birkaç litrecik almak zorunda kaldığım benzinin, fiyatından ötürü uçuklayan dudağımı görmemek için, dikiz aynasına bile korkudan bakamıyorum. İşte bizi bu hallere düşüren petrol fiyatları neden ülkemizde böylesine aldı başını gitti dersiniz.
            İkincisi, Marmara sahili gibi ılıman bir bölgede yaşamamıza rağmen, geçen acı kışta, bırakın ısınmayı, iki kazakla oturduğumuz ve korka korka yakıp söndürdüğümüz klimamızla, tam ısınamadığımız halde inanılmaz rakamlar ödediğimiz elektrik faturalarımız. Aşağı da ki bizatihi örneğimi tetkik edince, biraz ısınabilmek için ne kadar kullanmak zorunda kaldığımız fiktif sarfımız ve adına muhtelif vergi dedikleri aslında, bir de intibaksız emekli halimizle devlet gaspına  - yüzde yüz - ödediğimiz haracı, mukayese edebileceksiniz. Hoş bu durumu kendi faturalarınızda da yaşıyorsunuzdur, nasıl olsa.

            Kesilen bu vergilerle, artan cari açığı kapatmaya çalışıyorlar desem, ilgisi yok. Bir yanda cari açık astronomik yükselişinden ödün vermiyor, öbür yanda petrol, gaz ve diğer olmazsa olmaz hayat emtialarının fiyatları da adeta birbiriyle yarışıyorlar. Bütün bu fiyat artışlarında tek göze çarpan ortak payda, vergi pardon ‘Devlet gaspıdır’.  İyi de ‘devletin(!)’ topladığı bu paraların kaçta kaçı iç ve dış borçlara, kaçta kaçı ‘örtülü ödeneğe’ gidiyor. Acaba bunu bir bileniniz var mı? Bu sayfayı okuyabilen(!) her vatandaş, işte bu sorunun cevabını sorgulamak zorundadır.
                                                                                             
                                                                                                          Serendip Altındal

                                         
                                   DÜNYA PETROL FİYATLARI       MART 2012


                                              ELEKTRİK FATURASI  Şubat 2012









17 Mart 2012 Cumartesi

DÖRTLÜ DÖLLEME VE YENİ ÇAĞIN HASTALIĞI 'DIGIMANIA'

            4+4+4 tiplemesiyle, dörtlü dölleme(!) mevzuatı içine alınan ‘milli eğitim’, aslında eğitimsel olarak, laik, devletçi, milliyetçi, Cumhuriyetçi gibi kavramları, literatürlerinde mevcut olsalarda tanımayan, kendine en fazla ‘sosyal demokrat(!)’ diyebilen, tamamiyle emperyalist kapitalist tüketim robotu haline getirilmiş batılı toplumların eğitim modelidir. Bu toplumların yeni kuşaklarının kanlarına, ayrıca ‘digimania’ mikrobu zerk edilerek, yarı yarıya uyuşturulmuş gençlerinin kafalarına, daha çocuk yuvalarından itibaren oturtulmaya başlanan hastalıklı bir tasarımdır. Yani anlayacağınız GDO’lu bir eğitim ürünüdür.
            Hele de bu sistem bizde, yüzyılların çoktan gerisinde kalmış, dindar kimliği altında, ilerde toplumun başına kindar garaiplerin bolca bela olacağı, hala bir imam hatipli sorunsalını da barındıracaksa, hiç işlemez.
            Internet hastalığına benim taktığım bir isimdir ‘digimania’. Burada amaç, yeni nesilleri görsel ve uygulamalı olarak Internet üstünden eğitirken, aynı zamanda kontrol altında da tutmak ve istendiği gibi de yönlendirmektir. Bilgisayarınızı açtığınız anda mesela Microsoft’un güncelleyici (updater) programcığından önce Amerikan milli güvenlik kurumlarından (NSA, CIA vb.) birisine ait, üretici firmanın kendi yazılımından bile daha yüksek prioriteli bir (PP) sorgulama apletinin – şayet lüzum görülüyorsa -, saniyeler içinde,  makinenizin altını üstüne getirebileceğini bilmek zorunda değilsiniz tabii ki.
            Ben kendi adıma mesela Internet’te hiçbir servis sağlayıcısıyla (Content ID) güvenlik anlaşması yapmıyorum. Çünkü parmak izi bırakmak istemiyorum da ondan – cep numaranız bile parmak izinizdir -. Kimseden korktuğum için değil ama prensip ve etik olarak protesto ettiğim için. Hoş bununla da korunmuş olmuyorum ama en azından hani, hiç yoktan iyidir ve de bütün sistemi protesto eylemidir neticede.
            Çünkü Amerikan güvenlik birimlerinin, bütün sistem üreticileriyle olağan üstü ve dışı çok özel (PP) anlaşmaları vardır. Şayet bir üretici etik değerleri adına, böyle bir gizli anlaşmaya imza atmazsa. Amerikada ve dahası Amerikan mandası ülkelerde de ticaret yapamaz, artık gerisini siz düşünün. Sistem sağlayıcılarınızın size bol keseden vaat ettikleri ‘güvenliğiniz korumamız altındadır’ palavrası, sadece reklam amaçlıdır unutmayın. Ola ki en fazla virüs, activex veya spam koruması alabilirsiniz, o da kısıtlı olarak – yani sponsorların ki hariç tutularak-.
            Okyanus ötesinde ki eşkıya başının, dış dünyanın devlet ve kamu kurumlarına pazarladığı Mernis projeleri ve bizim kullandığımız seçim sistemi gibi kontrolü kendi elinde, manüpülatif ve tüm etki alanında ki ülkelere hatta meccani verdiği uygulamalı sayısız projeleri vardır. Savaş uçaklarımızın kontrol kodlarını millileştiren başarılı mühendis çocuklarımızın, arka arkaya gelen şaibeli intiharlarını(!) bir anımsayıverin. Tam arınmak içinse en azından milli ve bağımsız işletim sistemleri ve aplikasyon programları kullanmak mecburiyeti vardır. 40 yılın üstünde bir Bilgiişlem profesyoneli olarak size bu konularda daha çok şeyler anlatabilirim.

            Dinamik eğitimde ki esas amaç, ancak gelecekte mesleki tanımlanması yapılabilecek ve henüz meslek olarak kabul edilemeyen branşların ilk uzmanlarını yetiştirmektir ve boşuna da değildir. Aslında milli bilimsellik ve etik adına da olmazsa olmazdır. Ne ki dinamik eğitimi, etiğinizin vazgeçilmezi olan milli şuurunuzu yaşatmak adına, tamamen bağımsız bir perspektiften ele alabiliyorsanız ne ala. Ama başımızda ki küreselci devşirmelerinin bu oldubittiyi, bizi kendisi gibi görmek isteyen küresel sömürgeci eşkıya adına tezgâhladıkları da bir gerçektir. Hatta bu hanzoların ne yaptıklarının dahi bilincinde olduklarını hiç sanmıyorum. Sadece patronları böyle istiyor diye yaptıkları da kesin.
            Mesela ben kendi adıma Almanya da özel sertifikalı ve paralı bir yüksek teknik okul eğitiminden ve Alman ticaret bakanlığının 2 gün yazılı bir gün sözlü olmak üzere 3 gün süren lisans imtihanları sonunda ancak EDV-Organisator, Türkçeleştirirsek sistem analist, organizatör programcı, kısaca da ‘Bilgiişlem Uzmanı’ olabildim. Bunun için bir de kendi adıma fazladan, okula başlamadan evvel, daha önce hiç bilmediğim Almancayı, sözlü yazılı bülbül gibi şakımam gerekiyordu. Birde bunun için para ve gerekli zamanı harcamam gerekmişti.
            Bugün dahi böyle bir mesleğin tam karşılığı olabilecek bir eğitim yurdumuzda yapılamıyor. Ki ben lisanslı bilgiişlem uzmanı ve dolgun ücretle anlaşmalı bir profesyonel olarak çalışmaya başladıktan yaklaşık 10 sene kadar sonra, Almanya’da ilk Enformatik (Bilgisayar mühendisliği) branşı akademik olarak ihdas edilmişti. Tabii Türkiyemiz de, ondan en az 10 yıl kadar daha sonra. Yani Türkiye de benimkinin tam karşılığı olamasa en azından yaklaşan bir mesleki ifadenin kullanılmasına başlandığından en az 20 yılcık(!) kadar daha önce, kalkınmış dünyada ‘bilgiişlem uzmanı’ olarak kabul gördüğümü ve o dünyada ortamın üstünde kazanç sağladığımı söylemem, bilmem yanlış anlaşılır mı?
            Ne var ki bu bile benim o zaman aldığım, bugün dahi konusunda tek ve vazgeçilmez olan mesleki eğitimimin karşılığı değildir. Neden mi, çünkü biz daha o zaman, matematik, trigonometri, ekonometri, grafik, temel muhasebe, işletme muhasebesi, işletim sistemleri, periferial sistemler, program dilleri (en az üç dil ve makine dili mecburi), tasarım mühendisliği (if-case, Orgware uygulama lisanslı), konvansiyonel organizasyon gibi bugün profesyonellerin bile tam içinden çıkamayacakları bir paket eğitimi almak zorunda kalmıştık – bu bilgiler profesyoneller içindir -.
            Bunlara ilaveten dinamik okuma, beyin fırtınası optimizasyonları vb. gibi ayrı, uygulamalı seminerler de işin artılarıydı. Hadi gelin de verin bakalım şimdi bu eğitimi, nerede, nasıl verebileceksiniz, tabii şayet hocalarını da bulabilirseniz. Ki onları kim nerede, nasıl eğitecek. Yurt dışından mı ithal edeceksiniz. O takdirde de buna nasıl milli eğitim diyebileceğiz, yine bağlandık işte!
            Hele Türkiyemizde ilk bilgisayar mühendislerini, muhasebe yazılımcısı olarak kullanmaya kalktılar ki, bu başlı başına bir kâbustu ve yazık da oldu birçok gencimize o zamanlar, bunalıma girdi birçoğu. Çünkü ne mühendis ne de programcı olabilmişlerdi neticede. Bunları çalıştığım yıllarda misalleriyle hep anlatmıştım çevreme ve yardımcı da oldum bazı çocuklarımıza ama ne yazık ki söylemlerimiz, iğneyle kuyu kazmakla eş değerli oldu bu ülkede. Arada sırada bunları hatırlayan kardeşlerim ne kadar haklı olduğumu bana söylüyorlar, ağabey hep kulaklarınızı çınlatıyoruz diyorlar, ya da Internet’te bazı, benimle ilgili anılarına rastlıyorum, bunlar da bana yetiyor zaten.
            Bugün geriye baktığımda iyi ki bütün bunları yapmışım diyebiliyorum. Çünkü eşimi ve iki kızımı tek başıma uzun yıllar yabancı ellerde, sonrada Türkiyemizde bugünlere kadar kimseye muhtaç etmeden, üst düzey yönetici olarak çalıştığım firmalarda, sadece mesleki beceri ve gelirimle eksiksiz yaşatabildim ve kızlarımı paşalar gibi okutup Mürvetlerini görebildim. İşte o ülke bana bu imkânı vermişti, buna müteşekkir olmamak, adil olmamam demektir ki bu da bana hiç uymaz. Bu imkânı Türkiyemizin sağlayabilmesi, hele de o zamanlar akla bile gelmezdi.

            Şu anda bile en ağır projelere soyunabileceğim halde, artık bıktım demek istiyorum. Aynı şeyleri, uzman(!) olarak, hiçbir bizatihi uygulama ve projeye imza atamamış, ama kendilerine uzatılan her ekran ve mikrofon fırsatında, bir yerlerden (genelde de WEB den) okuduklarını bülbül gibi şakıyan, Bilgiişlemi de ‘MOVE A TO B, GO EXIT) sayan, sayısız profesyonelin(!) benim rahatlığımla, söyleyebileceğine inanmıyorum. Ve buradan da böylelerine sesleniyorum, kapalı veya açık her tartışmaya hazırım kendileriyle. Özellikle de içlerinde akademisyen(!) geçinenlere.

            Biz buna kısaca ‘dinamik eğitim’ de diyebiliriz, faydası olmadığı da söylenemez. Mesela bir zamanlar Çinliler artan nüfuslarına Dışardan ne idüğü belirsiz doktor ve eğitimli hastane personeli getirmek yerine, kendi doktorlarını yetiştirmek üzere uzun tıp eğitimini en fazla iki senede tamamlayan ve kendi şartlarına uydurdukları, uygulama ağırlıklı bir dinamik eğitimle, hayli de başarılı olmuşlar ve kendi kendilerine de yetmişlerdi. Bugün nereden baksak, Çinlilerin ömür ortalamalarının bizimkilerden hatta Avrupalılardan bile fazla olduğunu görürüz. Bu bağlamda farklı metotlar göreli olarak bulunabilir ve ihtiyaca göre - ki bunun insanoğlu için sınırı yoktur - sürekli de geliştirilebilir zaten.
            Esasen uzun eğitim yılları boyunca, hiçbir işe yaramadan geçmiş kayıp yılların ve sayılı ciddi olanlarının dışında, boşuna dinlediği, laf ı güzafı, çeşitli kişiye özel kapris ve fasaryayı kim hatırlıyor, onlardan kim nemalanıyor ki. Ayrıca milli servetlerde bu bürokratik fasaryalara boşuna harcanmıyor mu? Hadi parayı yerine koyabilirsiniz ama kaybettiğiniz zamanı asla. Bakın bütün eğitim yıllarından geriye kalan süjeyi aslında dolu dolu altı aya sıkıştırabilirsiniz, ya da en fazla bir seneye. Kalifikasyonun karşılığı aslında bizatihen mesleki deneyim ve iş tecrübesi değilmidir? Kim aksini iddia edebilir ki.

            Yeter ki milli ve bilimsel gelişmeyle orantılı, dinamikte olsa bütün vatandaşlarınız için eşit ve adil olarak millileştireceğiniz eğitimlerinizin mezunlarına, piyasa talebini sağlayın. Bunun içinde öz kaynaklarınızı kendiniz değerlendirin. İhracat merkezli milli ekonomiye odaklanın. Cumhuriyet yıllarının başında ki ‘Türk ekonomi mucizesinde’ olduğu gibi, acilen dış borçlarınızdan kurtulun.
            Para basan devlet fabrikaları ve yer altı servetleri asla özelleştirilemez, tıpkı merkez bankası gibi. Milli ekonominize ve emisyon gücü olan bağımsız paranıza sahip olun. Hem bağımsız hem de güdümsüz, yani işin özünde her şeyden evvel, KEMALİST ve ahde vefa sahibi olmayı bilin. O takdirde hangi sistemi kullanırsanız kullanın, eğitim nasıl olsa milli olacaktır. Gelecek nesillerimizi adam edebilmek için bu kadarı da yeterlidir.

            Sözün özüne gelirsek; özgün sıkıştırılmış, dinamize edilmiş, sekreti çıkarılıp hayat suyu haline getirilen ve anayasal çerçevede, topluma eşit ve parasız dağıtılacak eğitime asla karşı değilim. Bilakis bunu toplumsal kalkınmanın bilimsel tek paradoksu olarak görüyorum. Hayat sekreti dediğimiz doğanın bahşettiği hormonlarla  (süje) yaşam mecburiyetimiz, aslında bu değilmidir, süje haline getirilen eğitim neden böyle algılanmasın ki.  Bir tutam bal için bir çuval odun çiğnemeye ne gerek ve ne de zamanımız kalmıştır artık.
         Ayrıca Cumhuriyetimizin bin bir meşakkatle kuruluşundan bugüne kadar ‘ihtiyacı olduğu gerçek öğrenimden’ yoksun bıraktığınız ve bugünlerinizin de sebebi olan milletinize, boşuna kaybettirdiğiniz yılları nasıl geri verebileceksiniz ki.
         Bu dediklerimizi yapabilmek için özüyle ‘MİLLİ’ olan bir devlete ihtiyaç vardır. İşte o ortada yok,  her şeyden önce de bunun sağlanması lazımdır. Yoksa sömürgeci eşkıyanın direktif ve doğruları(!) vazgeçilemez yaşam tarzımız haline gelir ki, o zaman kendi robotlarından farkımız kalmaz, bu durumsa bize hiç uymaz. İşte asıl buna toplumsal tavır koymak gerekir. Problem çözümüyle vardır ve kendi çözümünü de içinde barındırır esasen, yoksa problem olmaz. Yani çözümün anahtarı problemin içindedir. Bunu teşhis ederseniz problem de kalmaz ortada. Yani rüzgâr eken ‘fırtınayla’, kin eken ‘cinnetle’ gider.
         İşte çözümde gerektiğinde bu kadar açık, seçik ve basittir aslında. Yeni bir dünya harbi dahi netice de patladığıyla kalır ve kendi çözümünü de beraberinde getirir. Zira sonrası uzun süreli sükûnet, yeni bir aklını başına devşirme dönemi ve daha doğrusu,  geride kalanlar için mutlak huzurdur. Bilmem anlatabildim mi?

                                                                                              Serendip Altındal

13 Mart 2012 Salı

EĞİTİM MONOPOLÜ VE 'BAKİYE VADE'..

            Eğitim yasası gibi bir ulusun idamesi ve geleceğini biçimlendirecek en önemli yasalardan bir tanesi hadım edilip, tekme, yumruk ve oldubitti ile topluma yediriliyorsa ve bu tulumbacı kavgası, TBMM gibi Türkiye’mizi içerde ve dışarıda temsil eden en yüksek karargâhında yüz kızartacak biçimde icra ediliyorsa, bu iş bitmiştir.
            Siz nasıl görüyorsunuz bilemem ama ülkemiz, küreselci eşkıya tarafından, silah bile atmadan alenen işgal edilmiş gözükmektedir. İşte Türk evladına asla yakışmayacak olan asıl yasa değişikliği de budur. Napolyon’un bile ‘Türk’ü öldürürsün ama mağlup edemezsin’ diyen tarihe mal olmuş sözü de, sayısız diğerleri gibi havada kalır o zaman.
            Gelin hep birlikte bu keyfiyetin göbeğini keselim, adını koyalım da bu iş de bitsin o halde. Eğer üstümüzde ki kolpoya, kişiliğini, anlamını yitirmiş, içi boşalmış gözlerle sadece seyirci kalmaya devam edeceksek, gelin topluca intihar edelim ve de Türk’ü sırtlanlara yedirmeyelim, onu biz kendi elimizle toprağa gömelim, son kalan onurumuzu kurtarmış olur ve bir kere daha tarihe geçmiş oluruz en azından. Bize de bu yakışmaz mı?
            Sözün gelişine bakıp, ifadelerimiz asla genel bir ‘pesimizm’in havlu atışı olarak algılanmasın. Tam aksine, yeni emsalsiz mucizelere de imza atacak güç ve onura sahip yüce kavminde, kendisi gibi inançlı milyonların varlığını iyi bilen ‘Serendipty’ umulmazından, tüm ‘EMMİOĞULLARI’ adına, özellikle de İngilizce dilli yedi düvel eşkıyasına yollanmış, bir uyarı salvosu olarak alınmalıdır.

             Şayet sömürgecinin Truva atı konumunda ki bir iktidar partisi, muhalefeti yok farz ederek kendi adına, ayakları üstünde duran ve ebediyen de durması gereken milli eğitim sistemimizi, baş aşağı dikiyor, bütün bireylere eşit ve parasız olması gereken milli eğitimi, ticari meta yaparak sadece varlıklı ailelerin monopolü haline getiriyorsa, böylesi bir kararı hem de ‘çoğunluk benim’ kılıfına uyduruyorsa ve bunu da vatandaşına zorla yediriyorsa, biz daha hala hangi Cumhuriyetten, hangi Demokrasiden ve hangi bağımsızlıktan bahsediyoruz. Kendimizi kandırmayalım.
            Bu tuluatın adına Demokrasi falan denmez bayanlar, baylar. Hatta yeryüzünde benzeri de olmadığı için, bizde ki sisteme etimologların yeni bir tanımlama bulması gerekiyor. Kimse bize bu karga tulumbayı(!) Demokrasi diye sokmaya kalkmasın, hele de Başbakan. Ağzından Demokrasi lafı düşmüyor ama adamcağız ‘kokokrasi’ falan diyor da biz mi yanlış anlıyoruz acaba dostlar. Kimse demiyor da, yoksa biz kendi kendimize mi Demokrasi diye gelin güvey oluyoruz.
            Öyle ya da böyle, Valla durum vahim vatandaşlar. Bu trajik komedi daha ne kadar uzar bilemeyiz. Allah hayırlara tebdil etsin ve uykuda ki güzele(!) de bir öpücük konduruversin bari hayrına. Bakarsınız bizim güzel(!) uyanıverir gaflet uykusundan.
                       
            Bu arada, Allah herkese sağlık versin. Kimsenin kalan iki yılının ya da sıfır yılının hesabını yapmıyor, bunu kalenderce kişinin tanrısına havale ediyoruz. Bu bağlamda da, tarihsel belgelere dayanarak sadece öngörüde bulunabiliyoruz. Tüyü bitmemiş şehit yetimlerinin figanlarını duymazdan gelenlerin, özgürlüklerini gasp ettikleri günahsızların aile boyu gözyaşlarını akıtanların, misak ı milliyi yok sayan ve ulusunun ahını alan mandacıların, kalan vadelerine, Tanrı bile karışmıyor, bu işi Cumhuriyet Savcısı Cebrail’ine havale ediyor ve ona da, sen bildiğin gibi temizliğini yap diyordur muhtemelen.
            Çünkü tarihteki emsallerin sonu hiçte iyi bitmedi. Hitlerin bile tanınmaz halde ki cesedinin kötü imajı, belleklerde kalmasın da, ilerde yeni senaryolarda sembol olarak kullanırız diyen emperyalist hergeleler, cesedini teşhir etmeyip, gizemiyle – ona da günü geldiğinde kitaba uygun okültik bir şifre(!) icat etmek üzere – saklamışlardı.
            Mesela Gaddafi’yi anımsayın, ondan kalan son imaj, ölümüne korku ve çaresizlikle bakan gözleri değilmiydi? İşte bu son imaj kolay kolay zihinlerden silinmez. Ondan da bu saatten sonra, ne köy ne de kasaba olur zaten. Bakalım vadesi dolan tüm bencil aymazları ve vatan hainlerini, Tanrıları, affedersiniz Cebrailleri, oyunun sonunda seyirciye nasıl baktıracak.

            Yerinde olsam kalan yıllarımı değil ama ahını aldıklarımın beni nasıl uğurlayacaklarını sorgulardım. Öyle veya böyle nasıl olsa gideceğin yerde, hoş geldin diyenler, eline tutuşturuverecekler nane şekerini, üstünde,

                                      Vur kapıya
                                      Tık tık
                                      Kapıyı açan
                                      Kambur halan
                                      Senden kalan
                                      Billahi yalan
                                      Diye yazan

         Ve rüzgâr gibi boku bokuna geçen hayat öykünü..

                                                                           Serendip Altındal

                                                

10 Mart 2012 Cumartesi

AHLAK BALANSIMIZ

            Vatandaşlık payitahtımız dediğimiz vatanımız, amuda kalkmış, kafasının üzerine çakılmamak için titreyen kolları üstünde, nereye devrileceğini bile göremeyen ve sadece devrilmeme mücadelesi içinde çaresiz bir adam konumuna düşürüldü ne yazık ki. Bizlerse bu durumun, ‘ahlak balansı’ dumuruna uğrattığı bireyleriyiz. Bu tabir iddialı olduğu kadar, frenleri patlamış ve yokuş aşağı hızla yuvarlanan ‘tramvay Demokrasimize’ de cuk oturan bir keyfiyeti yansıtıyor maalesef.
            Ben bütün olumsuzluklara rağmen, aklını başında tutmaya azami gayret gösteren ve vatandaşlık sorumluluğunun bilincinde olduğunu iddia edebilecek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından birisi olarak, kendi adıma samimiyetimle itiraf edeyim ki, benim ahlak balansım bozuldu. Bilumum ahlaksızlığın, hırsızlığın, riya, yalancılık ve sahtekârlığın prim yaptığı ve neredeyse – ki ramak kaldı – kadim ahlak’ın yerini aldığı böylesi bir ortam da, günde en az üç öğün küfür sallamadan edemiyorum mesela, ilaç gibi de geliyor mübarek. Hele birilerini de ekranda dinlemek zorunda kalınca, deme gitsin.
            ‘Küfür ruhun gıdasıdır’ diye boşuna dememişler büyüklerimiz. Almanların bile ‘Schimpfen ist der Stuhlgang der Seele’ yani ‘küfür ruhun abdestidir’ diye çok meşhur bir atasözleri vardır. Ki ikisi de kabul edilebilir. Şimdi neden, niçin, nasıl’ı, siyasetçilerden, yazarlardan oluşan bazı meşhur uzmanlarımıza(!) bırakalım. Çünkü onların tuzu kuru, ağızlarından, kalemlerinden çıkan her ‘safsata’ için bir bedel ödeniyor nasıl olsa. Şayet derdinizin onların bir taraflarını gerdiğini düşünüyorsanız, size kolay gelsin o halde.

            Biz kendi kendimize yanıp sönüyor, Çerkez kızının dediği gibi de, ‘kendi kendimizi everiyoruz’. Mademki böyle, bizde kendi gözlüğümüzle bakalım, ahlak balansımızı bozan nedenlere o zaman.

            Kendi adıma, intibaksız(!) bir emekliyim. 2000 yılı öncesi emeklileri için intibak uyarlaması adına, köpeğin bile önüne atarken insanın kendisini sorgulaması gereken kırıntıları, oysa sadaka değil hakkı olanı bekleyen, liyakat sahibi emekliye, lütfen bağışlarken bile yüzleri kızarmayanlara tahammül edebilmek, yeterli neden değil mi?
            Her vatandaşın olmazsa olmaz ödeme aracı haline gelmiş banka kredi kartlarına, yok halleriyle, yüksek yargı kararlarına rağmen hala ücret ödemek zorunda kalmasına neden demeyelim mi?
            Evlere şenlik durumuna dönüştürülmüş ‘sosyal sağlık haklarımızı’ kullanmak zorunda kalabileceğimiz aklımıza geldiğinde, finansal yükün altından nasıl kalkabileceğimiz düşüncesi, uykularımızı kâbuslara dönüştürürken, nedenleri kuş kafeslerinde mi arayalım.
            Devlet adıyla alınan ve adına vergi denen, gerçekte ise bizden devlet eliyle GASP edilenleri de düştükten sonra, elimizde kalanlarla yaşamaya çalışmanın, hatta fatura korkusundan nerdeyse evimizde, bırakın ısınmak için klima çalıştırmayı, geceleri bile mum yakarak oturmayı düşündüğümüz, çağdaş yaşamımızı hangi neden’e ambalajlayalım.
            Tarihinin yazmadığı büyük dış ticaret açığı nedeniyle, Gayrisafi Milli Hâsılanın eksi bakiye verdiği, çağdaş bir Cumhuriyetin vatandaşı olmanın azabı, bir neden olmaz da kimin ki olur.
            Vatandaşın vatandaşa kırdırıldığı bir ülkenin, her aklı başında vatandaşının, üzüntü, endişe ve aile bireyleri adına istikbal kaygusu taşıması, neden değildir de kimin ki neden olur.   
            Kendimizden geçtik de, torunlarımızın eğitim, aile, sağlık ve sosyo ekonomik geleceklerini ihtiva edecek, kendi vatanlarında birey olabilme tahakkuklarını analiz ettiğimizde, ağlamaklı olduğumuzun farkında olmak, yeterli bir neden olmuyor mu?
            Sapına kadar adam evladı doğmuş ve sonlarına kadar da kalarak hayata gözünü kapamış büyüklerimizin, büyük uğraşlarla, asil kanları bahasına sahip oldukları ve alınlarının akıyla da bize emanet ettikleri bütün kazanımların, tekrar sorgulandığı duruma sadece izleyici kalmamız, yeterinden bile fazla bir neden olmasın mı acaba?
            Üstüne küreselci eşkıya köpekliğine soyunup, binlerce yıllık komşularımıza bile şarlamaya ve yok pahasına yurdumuzu ateşe atmaya kalkanlara ümmet olma bilincini, bu çağda bile hala sorgulamak zorunda kalmak, neden değil de nedir.

            Görüldüğü üzere dün ne dediysek yine o! Zikre değer fazla bir değişiklik de yok bana göre. Çünkü ülke ekonomisini sırtında taşıyan gerçek vatandaşların günceli bu. Adamlar sayfalarla neyi analiz ederler bilinmez. Herhalde, suyun başını tuttukları için, düzenleri bozulmasın diye, bilmeceyi iyice içinden çıkılmaz hale getirmekten başka da bir uğraşları olmadığı anlaşılıyor. Çünkü işleri bu, bundan besleniyorlar diyelim ve geçelim en iyisi. Fazla da ciddiye almaya gerek yok onları. Zira ne kadar çözülemezse, sorun da o kadar yaşar, suları da o kadar akar. İşte bunu çok iyi biliyorlar, oyunlarına da gelmeyelim yeter ki.

                                                                                                          Serendip Altındal