30 Aralık 2011 Cuma

YENİ YILINIZ HOŞ GELSİN..

            Batının dini, seküler ekonomiye nasıl ahenkle paketlediğini, ya da adına istismar denemeyecek ustalıkla(!) nasıl kullandığını, bütün dünyaya her yıl tipik olarak gösterdiği, 25 Aralıktan itibaren yılbaşını da içine alan, yeni bir NOEL dönemi kutlanıyor tüccar Batı dünyasında.
            Yine milyarlarca Dolarlar, Avrolar, hediye paketleri, kutlamalar, çeşitli dini organizasyonlar ve vakıflar adına havalarda uçuşuyor. Çokuluslu firmalar, küresel sömürü aracı çeşitli devşirme okullarını, vakıf ve organizasyonları desteklemek adına, devletlerinden vergi iadesi kılıfıyla geri alacakları bağışlarla, birbirleriyle yarışıyorlar.
            Tüccar Batının NOEL’İ, ayrıca Hıristiyan olmayan dış dünyaya da pazarlaması ve dış dünyadan belki de daha fazla kazanması, nasıl bir ‘show business’, nasıl bir ‘make money’dir. Ve tarafsız bakıldığında, fenomenal demek zorunda olduğumuz nasıl bir derslik, ‘malını pazarlama’ becerisidir bu.
            Ötede insanlar yaşamak için birbirlerinin lokmasını kaparken, doymak bilmez, beceri(!) sahibi, pazarlamacı ve insan maskeli bu aç sırtlanlar, yokluk ve çaresizlikle boğuşan diğer insanların sırtından, şimdi de Noel adına kitaba(!) uydurarak çarptıkları yeni destelerini istifliyor ve utanmadan aç gözleriyle yeni avlar için de yeni tuzaklar kuruyorlar.
            Oysa bizim Arap baharının patlayan yeni tomurcukları, eğrelti otu(!) sanal Müslümanlarınsa, kendi ağlanacak hallerine bakmadan, atıp tutmayı, asıp kesmeyi bir kenara bırakıp, kazanacakları çok dersler var bu öğretilerde.

            Bu arada etrafta, sanalından gerçeğine, her kategoriden(!) insanın, girmek için kapısında birbirini çiğnedikleri, aslında Cehenneme zebani olabileceklerin bile içine kapağı atmaya çalıştığı Cennetin de, artık suyunun çıktığı, içerde yastık kavgalarının başladığı, sakinlerinin birbirine düştüğü ve birbirlerini huzuru bozmakla suçladığı söylentileri dolaşıyor. Hâlbuki ‘ateşin olduğu yerden duman çıkar’ tezine rağmen, hakkında hiçbir dedikodu duyulmayan ve kapısında izdiham da olmayan Cehennemde ise, zorunlu sakinlerin huzur içinde oldukları, işlerinse yolunda olduğu anlaşılıyor.

            Tüm bu düşüncelerle 2011’i tarihe yollarken, her şeyden önce 2012 yılının bizlere, kış ortasında Arap baharı, yaz ortasında Eskimo kışı getirmemesini temenni ediyoruz.
         Ama en içten duygularımızla yeni yılınızı kutluyor, bütün aile bireylerinizle birlikte sizlere, yeni yılınızda sağlık, mutluluk, esenlikler ve rüzgârlarınızın da gideceğiniz yöne esmesini diliyoruz.

                                                                                                Serendip Altındal


            

24 Aralık 2011 Cumartesi

KİME SAYGI, KİME SEVGİ..

           Sen özgün düşünceye saygı duymayacaksın ama milletten kendi absurd düşüncene saygı bekleyeceksin şerefsiz. Biz de senin gibisine, ‘annen güzel mi’ diye sorarlar. Ama hempan olan başımızda ki meslektaşının sana bunu soramayacağını kestirmek zor değil. Hele korkusundan Silivri’ye kapattığı Perinçek oturuyor olsaydı da kendi koltuğunda, sen o zaman görseydin, ananın püsküllü perçemini ‘Sarıkız’ pardon Sarkozy efendi. Ama kendi naturanda ki adamlardan, sana zarar gelmeyeceği de kesindir.
            Önce, bir iki göstermelik ‘van minit’ ya da ‘omurgasız’ - nasıl eğrisi doğrusuna denk gelirse- mealinde, zart zurt diyecek, esmesen de gürle misali, sonra da 45 kişilik meclis mutfağında pişirdiğiniz(!) dolmayı afiyetle yutacaktır nasıl olsa. Tencereyi de, içinde pişenden sorumlu tutacak en son şey, kendi kapağıdır. Görüldüğü üzere, alıştıra alıştıra kendi vatandaşlarına yutturduklarını, misliyle de kendilerine ‘alıştıra alıştıra’ sokuyorsunuz ya, sömürgeciler! Neme lazım, hakkınızı da vermek gerekiyor hani.
            Oportünist olduğunuz için, topunuz Atatürk’ten yediklerinizi kusacak mideye sahip kafaları iyi teşhis ediyorsunuz. Bu bağlamda da Atatürk’ün Türk Ulusunu, bu ‘teşhisin’ dışında tutmanız gerektiğini, menfaatiniz icabı da iyi biliyorsunuzdur mutlaka. Çünkü günü geldiğinde, kendisiyle şaka bile yapılamaz Türk Ulusu, yapılanın da hesabını köküne kadar çıkarmasını iyi bilir esasen.

            Hey gidi hey! Atatürk’ün saygın meclisi ne durumlara düşürüldü. Başbakanlarından geçtikte, Cumhurbaşkanları bile adam yerine konulmuyor artık bu ülkenin. Ne var ki, kişiler ve hükümetleri gibi, dönemler de gidicidir. Gün ola harman ola, biraz daha bekleyelim bakalım, elbet bizim günlerimiz de geri gelecek, bizim güneşimiz de tekrar parlayacaktır nasıl olsa yakında.
            Bir zamanlar dünyada çağ değiştiren, Avrupanın geleneksel ve dinsel siyasi tarihini tarihe gömüp iktidarları, burjuvazi ve halka devrederek, dünya siyasal tarihinde de devrim yaratmış bir milleti, bugün anlaşılan bir iki tane Ermeni ibişi (kuklası) yönetmektedir. Bu da kendileri adına nasıl bir yüz karası, trajikomik bir durum ya da tipik ‘komedi franses’dir. Ayrıca bu Sarkozy adlı Ermeni ibişinin, Fransız tarihinde ölümsüzleşmiş, Türk’ün asalet, cesaret ve insani değerlerinin tadına varmış, ‘Türk’ü öldürürsün ama mağlup edemezsin’ diyen, Napolyon gibi bir atasından bile hiç bir şey öğrenmediği anlaşılıyor.

            Şimdi gelelim tavadaki patatesin yanmış yüzüne ve 10 yıldır Cumhuriyet tarihinin bütün(!) icraatını yaptığını iddia eden, gerim gerim kasılan iktidar partisine:

            Yandaş ihale ve atamalarınızla, eş dost, akraba ortaklıklarınızla, vergi bile ödemeyen yeni haramzadeler yarattığınız ve tarihinin borç batağına soktuğunuz ülkenizde, vatandaşın sırtına yükleyerek, yaptırdık dediğiniz vasıfsız, kalitesiz, şişirme işler bile evlere şenlik, onları dahi yüzünüze gözünüze bulaştırdınız. Pisliğinizi temizlemek, borçlarınızı ödemek için gelecek iktidarın, arkanızda bıraktığınız bataklığı tekrar kurutmaya belki de ömrü vefa etmeyecek. Unutulmasın ki, Osmanlının son 300 yılının birikmiş kapitülasyon borçlarını bile rahmetli İnönü, ancak 1945 lerde bitirebilmişti.

            Şimdi adama sormazlar mı? Hangi Demokratik, sosyal, adalet ve hukuk devleti oldunuzda(!) tarihe en başarılı(!) iktidar veya 80 yıllık Cumhuriyet tarihinin yüz karası ‘haramiler sultası’ namı ile geçmeye hak kazandınız diye. Ve sonunda en büyük herzeyi de yiyip, utanmadan hiç de hak etmedikleri halde, ‘adam gibi adam’ atalarınızı, ‘soykırımcı’ yaptırdınız 2,5 Fransız Ermenisine. Ulan buna bile hiç vicdanınız sızlamıyor mu, izansızlar.

                                                                                                          Serendip Altındal


19 Aralık 2011 Pazartesi

PROTOTİP

            Tek dünya devletinden geçtikte, dünyada ki bütün vasıflı, zeki, yetenekli ve sağlıklı insanların ortak genetik haritasından bir prototip yaratılsa, bu modele göre de insanoğlu seri halinde yeniden üretilse, bu defa da bu yeni ve ideal nesli üreten sistemin kontrolünü elinde tutacak personelin, prototiplerinin yaratılması gerekecektir ki, o zaman da bu işi kim yapacaktır diye soralım isterseniz önce.

            Demek ki nereden baksak, Şeytan-Tanrı olan Âdemoğlunun yine bildik kendine özgün karakteristiğini ellememek, en doğrusu gibi geliyor bana. Bazen uçuk, bazen kaçık, bazen devrik, bazen ayakta, bazen sürüngen, bazen kartal, bazen alınmış, bazen satılmış, bazen hümanist, bazen satanist ve bazen de Tanrısal, diniyle, seküler dünyası arasına sıkışıp kalmış, şu bildik İNSAN hani. Düşen, kalkan, ezilip, bükülen ama arada sırada, birden akıllıyım diyerek yine BİREY olduğunu hatırlayıverip de ayağa kalkan, bir silkiniveren, şu deli, dolu İNSAN hani. O halde bırakalım özgün yapısını kendisine, hayvani doğası gereği ya da eşyanın tabiatına uygun olarak, huzurunu herhalde, cennetten Serendip adasına sürgün yemiş, elmazede dedesinin torunu kaldığınca bulacak, bu İNSAN denen ikilem anlaşılan.
            Kafasında tasarladığı gibi de, ne Tanrı maddesi ne de bugüne gelen bilimsel bilgisi, kendisini dünyada olduğu gibi, evrende de önce turistik turlara başlayıp, arkasından dostça sırıtarak(!) yapacağı, belden aşağı anlaşmalarla, çevresinde ki Galaksilerin de patronu yapamayacaktır.
            Bugüne kadar bilinenin çok üstünde ve daha önceden tanımadığı yeni materilere ve belki de dünyada mevcut olmayan farklı enerji kaynaklarına ihtiyacı vardır. Bu bağlamda düşüncelerini realize edebilmesi ve güncel paradigmalarının kanunlaşabilmesi için. Bu da nereden bakılsa, daha önünde yüz yıllar olduğunu gösterir. Zira Evren, her ne kadar izlemesi hoş olsa da, Hollywood’da çevrilmiş bir Stephan Hawking filmi değildir.

            İyi de nereden geldik buraya. Bakıyorum da derinliğe doğru, ne iyilik ne de kötülük baki kalmış bu Âdemoğlu için. Zamansızdan gelip sonsuza giden devinimi içinde, arada sırada, bazen de zamanı durdurduğu – mesela 600 yıllık Osmanlı saltanatı gibi – görülse de, bu durumun, sürekli alternatiflerini yaşayan kendisi için, hiçbir zaman kalıcı olmadığı ve de olamayacağı da anlaşılmaktadır.
            Şimdi Osmanlı bakiyesi ama prensipte ilk dünya devletlerini kuran biz Türklerinse, elinde kala kala, bizi bugüne kadar adam yerine koydurmuş, var saydırmış ve iyi ki kendisi de var olmuş Atatürk’ümüzün, bugün vatanımız dediğimiz bir Türkiye Cumhuriyeti kaldı artık. Ki bugün haddini aşanlar, onu da çok görüyorlar bize.
            Ve şimdi ise, dikkat kere dikkatli olmak ZORUNDA OLDUĞUMUZ, bugüne kadar ki gelmiş, geçmiş, bizim için de en tehlikeli ve özel bir dönemin içindeyiz. Lam ı cimi bırakıp, ne yapıp yapıp içinde olduğumuz bu zamanı, Ulusal bütünlüğümüz, özgür ve bağımsız Türkiyemiz adına durdurmak(!) kişiliğimiz demek olan ilk ve de son TÜRK kimliğimizi de, sonsuza taşımak zorundayız.
             Şayet onu da kaybedersek, bu sonsuz devinim içinde ki yerimiz ya da kişiliğimiz, gelecekte ne olacaktır acaba. Diye kendi kendime sorup, kukumav kuşu gibi düşünürken, bir de baktım ki gelivermişim buralara.

         Ne ki, bu son paragrafa bakıp hiç kimse, kötümser olduğum kanısına varmasın. Aksine kendisine ve Ulusuna özgüveni, şimdi her zamankinden daha da yüksek bir insanım. Ve yakın bir gelecekte yeniden yaşayacağım asil Türk duruşunun hazzını, daha şimdiden içimde hissederken, aynı ahvalde de gönül dostlarıma tekrar bir hatırlatma yapayım istedim, hepsi bu.

                                                                           Serendip Altındal

16 Aralık 2011 Cuma

TUNCELİLİ KARDEŞLERİME

            Dersimle ilgili paylaştığım bir mesajım üzerine, bana Tuncelili bir kardeşimden gelen mektuba verdiğim cevabı, biraz değişiklikle tüm Tuncelili kardeşlerime ithaf ediyorum. Diğer kardeşim gibi, bizatihen Dersim mağduru olmuş Tuncelili kardeşlerimle de, ifadelerimiz bağlamında anlaşacağımıza inanıyorum.
            Her devletin tarihinde, ders alınası iyiliklerin olduğu gibi, ibret alınması gereken kötülük ve yanlışların da defalarca yaşanmış olabileceği, herkes tarafından bilinmek ve istemeseler de kabul edilmek zorundadır. Ne var ki, arşivler açılarak milletle doğrular ve yanlışlar mealinde, açık yüreklilikle de hesaplaşmak gerekir. Buna rağmen bu durum,  gerektiğinde yeni yanlışların da yapılabileceğinin hiçbir zaman önüne geçemeyecektir.
            Ama elimizi yüreğimize bastırıp, bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekirse, maalesef daha 1770, 1800’lerden beri, emperyalist Batının öncelikle altını kaşıdığı bir bölgenin, özellikle de anti disipline Nurcu tarikatların, Mollaların, şeyhler ve aşiretlerin fink attığı, asosyal yapılaştırdığı, cemiyet bile olamayan toplulukların ve dirayetsiz bazı padişahların yanlışlarının günahını, hiçte hak etmedikleri halde birçok günahsız insanımız çekmiştir. Bunların içinde maalesef sizlerin bazı aile büyükleriniz de olabilir hiç kuşkusuz. Kimse kaderinden mesul değildir. Fakat geriden doğru biriken bütün yanlışların günahını ise, bugün mevcudiyetimizin tek sebebi olan Atatürk’e ve - iyi ki de kurduğu - Cumhuriyete atfetmek, günahların en büyüğüdür. Şayet silah atılması gerekiyorsa, merminin adres sormayacağını da bilmemiz gerektiği unutulmamalıdır.
           
            Benim şahsen Dersimle ilgili bir sorunum hiç olmadı aslında. Bir yazımın üstüne bana gelen bir iletiyi sizlerle de paylaşmak istedim sadece, hepsi bu. Bana sorarsanız, ilgili yazıda Dersimin, sömürgeci ve himaye ettiği soyguncu aşiretlerinin beslediği, Nurcu tarikatlar, Mollalar etkisinde kalmış tarihsel, asosyal oluşkusundan, hiç bahsedilmemiştir. Benim için, Ankara veya Artvin neyse, Tunceli de odur. Bana göre de, nerede Ulusal bütünlüğü bozacak bir hıyanet birlikteliği oluşuyorsa, devlet hemen radikal müdahil olmalı ve virüs daha yerleşmeden, tıpkı Demokrat Batıda(!) – özellikle Amerikada -  olduğu gibi de kökünü kurutmalıdır. Hatta kendi adıma, Atatürk gibi emsalsiz bir lideri bile, Dersim konusunda ‘naif’ davranmakla itham ediyorum.
            Daha Cumhuriyetin ilk günlerinde, önce Dersimin üstüne gitse, sorunlarını çözseydi, Türk düşmanı sömürgecinin, altını her fırsatta kaşıyacağı bir hıyanet çıbanı da oluşmayacaktı Anadolumuzda belki de. Ama Cumhuriyetimizin ilk günlerinde ki yokluk ve tedaviye daha fazla muhtaç olan acil dertleri, olmazsa olmaz kamusal reformları baz aldığımızda, yine de Atatürk’e hak vermek zorunda kalıyorum. Esasen, nasıl aksini düşünebilirim ki, Allahın gücüne gider sonra, adamcağız daha ne yapsındı.

            Şayet bana bıraksanız ve tam yetki de verseniz, kendi adıma Bakırköy’ünde doğduğum, memleketim dediğim ve 26 yaşına kadar da yaşadığım İstanbul’um da, rejime, devlete ve Ulusal bütünlüğe karşı, böyle bir asosyal yamulma söz konusu olursa, vatan ve ulusal birlik bekası adına, gerekirse şehrin tüm halkını bile feda ederim. Bana inanın, çok sevdiğim Kuvayi Milliyeci babam bile mezarından çıkıp karşıma dursa, inanın tekrar mezarına sokarım. Hani derler ya, önce asarsın sonra da ağlarsın. Tabii ki de ağlanacak adamlara.
            Sizin elinizden tutulmaya ise hiçbir zaman ihtiyacınız yok ve hiç de olmadı ki, Türk evladının yurdunda. Bilakis eksiğiniz yok fazlanız var Tuncelililer. Bilmem ama ben bu yaşımda kendi adıma da, sizin adınıza da Türk kimliğimle ortak vatanımızda böyle hissediyorum ve böyle hissederekte göçeceğim bu fani dünyadan bir gün. Mesela yarın öbür gün, başımızda ki izansızların, ülkemizde oluşmasına izin verdikleri ‘füze kalkanı’ günahı yüzünden, belki de halkımız çok ağır bir fatura ödemek zorunda kalacaktır. Ne yapalım o zaman, bu vatan bizim değil mi diyelim ya da azınlık olduğumuzu ilan edip, nasihat almak(!) üzere Birleşmiş Milletlere mi müracaat edelim, tabii ki de, şayet hayatta kalabilirsek. Neticede hükümetler gelecek, hükümetler gidecektir, ama bu vatan hep kalacak ve hepte bizim olacaktır.
            Şahsen bana etnik kökenimi soranlara, annem Kafkas kökenli Çerkez, babam Trabzon doğumlu, bense Türkoğlu Türküm, itirazı olan var mı diyorum. O zamanda kimsenin soracak bir şeyleri kalmıyor zaten. Bu nedenle ne hissederseniz, kişiliğiniz neyse de osunuz. Hiç fark etmez. Mühim olan, yüce Atatürk’ümüzün Türk Ulusunun bireyi olabilmek, o zaman esasen Ulusal Birliğinizin ve bireysel kimliğinizin de sahibisiniz demektir. Gerisi ise fasa fisodur. Ayrıca, bu ülkede aklı başında her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Cumhuriyetimizin bugüne kadar dimdik ayakta kalabilmesinin en büyük nedenlerinden birinin, Türk insanının Alevi inanca sahip olanlarının, Atatürk’e ve onun Cumhuriyetine olan yüksek inancına dayandığını da çok iyi bilmektedir zaten.

            Pekiyi biz bunları tartışırken, bizim üfürük Demokratların(!) akıl hocası Batılı, kendi ülkesinde ne diyor bu işlere. Mesela içinde yaşadıkları ülke topraklarının tek ve asıl sahibi Amerikalı Kızılderililer, bugün kendi topraklarında ikinci sınıf vatandaş bile değiller. Avrupalı azınlıklar da ayrı bir âlem.
            Bizim mecliste bugün etnisite(!) üstüne uluorta tartışılanlar, onların ülkelerinde konu başlığı bile yapılamaz. Kendini vatandaş hisseden vatandaştır, azınlık hisseden de azınlıktır ülkemizde. Yalnız kendisini azınlık hissedene, kalkınmış Batı(!) ülkelerinde ki kendisi gibi olanlarla empati oluşturmasını tavsiye ediyorum. Konuya böyle bakınca da devletimize, her şeye rağmen biraz haksızlık ediyoruz gibi geliyor bana.

            Her şeyden ve eski defterleri de açmadan önce, Atatürk Cumhuriyeti ülkesinde, yeniden Mollaların kıymete bindiği ve bu zevatın öncellikle de, NEDEN(!) bu sorunlu bölgelerde istihdam edileceği sorgulanmalıdır. Tunceli’nin Dersim olduğu dönemlerin asosyal sultasını yeniden oluşturmaya mı çalışıyorlar. Acaba eski siyah-beyaz filmi, şimdi de renkli mi çevirmeye kalktılar dersiniz. Yoksa bu da Nurcuların ve diğer tarikatçıların, Atatürk Cumhuriyeti ile yeni bir hesaplaşması mı, küçük akıllarınca. Bunda ki keramet(!) araştırılması gereken ciddi bir konudur aslında. Bu da yeni bir yazı konusu gibi geliyor bana. Öyle ya, ortada bu kadar Üniversite mezunu pırıl pırıl gencimiz işsiz dolaşıyorken;

                                               Hangi hikmettendir acep
                                               Bu ümmilere talep..

            Batıda bağnaz din fanatiklerinin önü tıkanmıştır, zira anayasaları daha yapılırken, seküler, yani dinle devlet işlerini ayıran bir yapı tasarlanmıştır. Çünkü dinler bireysel inançlardır, devletse toplumsaldır ve toplumun üstünde, toplumsal birliğin ve huzurun da hamisi rolündedir. Bizde ki yanlışlık veya saçmalık ise, anayasayla devletin bir resmi dini olduğu, bunun da İslam dini olduğu onaylanmış ve ben Müslümanım(!) diyene öncelik tanınmıştır. Hatta doğduğunda, bebeğin fikri bile sorulmadan(!) kafa kâğıdına, kafadan ‘Müslüman’ yazılmıştır. Ve bizde ki dinle devletin ayrılması meselesi de bu yüzden, seküler değil, laik oluyor ve bu da haklı olarak kafaları karıştırıyor. İşte bana göre de yanlış burada. Bu nedenle de zaten dinle, devleti tam olarak ayıramadık ve fanatik yobaz belasından da kurtulamadık. Düşmanlarımıza da altını hep kaşıyacakları bir kozu, kendi elimizle verdik. Sözün özü, kendi bacağımıza sıktık.

            Ne demektir, ‘devletin resmi dini’, çünkü dinin devleti yoktur, o halde devletin dini olurmuymuş. Bana göre bu da, Osmanlı kalıntısı, tekke, dergâh ve tarikatlara verilen ‘naif’ bir tavizdir ve maalesef de bugün yaşadığımız din istismarı ve gerçek Müslümanla, sahtesinin karıştığı hengâmeyi yaşamamızın da en büyük nedenidir. Ayrıca tekke, dergâh, zaviye, cemaat ve tarikatların, şeyhleri, dervişleri ve mollalarının, İslamla uzaktan dahi ilgisi yoktur.
            Bunlar İslamı karıştırmak ve dünya dini olmasını önlemek adına, İslamın içine sinsice monte edilmiş, Vatikan kökenli Masonik tuzaklar, senaryolardır. Çünkü bu neviden dernek ve cemaatler ne kadar çoğalırsa, karışıklık da o kadar artar ve neticede kaotik bir dinler sarmalına dönüşür. İşte o zaman İslamı istediğiniz gibi evirir, çevirir, kuşa da döndürür, iyice yumuşatıp püre haline de getirebilir, hatta turşusunu bile kurabilirsiniz. Esasen eski sömürgeci, yeni küreselcinin istediği de budur. Ve bugün ne yazık ki durum, bu noktaya hemen hemen de gelmiştir. Sizlere yürekten sevgi ve selamlar sevgili Tuncelililer. Sağlıkla ve esenlikle kalın.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Serendip Altındal
                

12 Aralık 2011 Pazartesi

DIŞIMIZDAKİ ETKENLER VE ULUSAL BALANS..

            CHP de kurultay söylemlerinin dolaştığı bu günlerde, kendi kendime bazı mülahazalar yapıyorum. Mesela, cia/cemaat güdümlü(!) devletin başbakanının partisinin, 9 yılda ülkesini getirdiği duruma bakıyor da düşünüyorum. Her şeyi bir kenara koyup, son Van depremine bile baktığımızda, tarihinin en büyük yardımını almış Türkiyemizde, neredeyse deprem esnasında bile kaydedilmeyen sayıda insanımız, deprem sonrası yaşanan ihmaller nedeniyle kaybedildi.
            Çadır ve malzeme bolluğu, anlaşılamayan(!) ve izah da edilemeyen(!) nedenlerle, çadır yokluğuna dönüştü. Eldeki mahdut çadırlara da ağıla sokulan koyunlar gibi sıkıştırılan depremzedeler, çağ atlamış(!) Türkiye’mizden çağdaş dünyaya, en ilkel insan ayıbından örnek manzaralar sergilediler. Ve Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanının(!), bu en taze utanç belgeseli, maalesef 2012 yılı hediyesi(!) olarak geçti bile ülkesinin tarihine.

            Bir de bu zat için belagati düzgün, halk lideri adam diyorlar. Belagati düzgün bir siyaset adamı olduğu için olsa gerek, daha önceden hazırlattığı ortamlarda, hem de promptersiz – dijital yazı geçişli cam tablet - konuşamıyor ve halkını temsil eden bir halk çocuğu olduğu söylendiği halde, koruma ordusuz halk içine de çıkamadığı(!) geliyor aklıma hemen.
            Koruma ordusuyla, göstermelik çıktığı halk turlarında da, çevre önceden korumalarınca ayarlanıyor ve yandaşları tarafından, cevaplarını önceden ezberlediklerinin dışında, kendisini kızdıracak sorular da sorulmuyor zaten. Yani al gülüm ver gülüm edebiyatı ya da ‘belagati’(!) anlayacağınız. Birde muhalefet ve CHP lideri diğer halk çocuğu Kılıçdaroğlu’na bakıyorum. Adamcağız bırakın korunmayı, neredeyse eşofmanla bile çıkacak halkının karşısına. Demek ki öbürü gibi, değil korkuları, tek bir korkusu bile yok hiç kimseden.
            Özgüveni tam ve her soruya da ki ne sorulursa sorulsun, açık yüreklilikle, zerre kadar da tansiyonunu yükseltmeden ve kimseyi de aşağılayıp, tutuklatmadan(!) saygın cevaplar verebiliyor. Neticede karşı görüşte olanlar bile ikna olduklarını söyleyebiliyorlar. Ama kâğıt üzerinde birisi başbakan diğeri sadece muhalefet lideri kalıyor.
            Demek ki yamuk yapmayacaksın, yan basmayacaksın, helal süt emmiş ve mazlum ahı da almamış olacaksın. İşte budur esasen hiç kimseden korkmamanın ve hep başı yukarda kalmanın formülü. Böyle bir kişinin de bizatihen korunmaya, hiç bir zaman ihtiyacı olmayacağı, kendiliğinden anlaşılıyor esasen.
            Tam da burada şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Bu nasıl adalet ve bu nasıl bir ülke diye.
            - Ne var ki, bugün içine ‘demokrasi maskeli’, Dersimli Nurcuların(!) bile sızdığı CHP de, dünya politikasını herkesten, hatta iddia edebilirim ki yurt dışında ki emsallerinden bile daha iyi bilen ve yorumlayabilen, meslekten siyaset bilimci, Onur Öymen gibi, atar damarlarına kadar da Atatürkçü, ahde vefa insanı, gerçek bir CHP li ve partisinin de önemli bir ağır silahının, aktif parlamentonun dışında kalmasını aklım almıyor. Ayrıca kendisi gibi başka eksiklerde göze çarpıyor. Bu durumsa, aynı zamanda TBBM için de bir varlıkta yokluk(!) trajikomiği görüntüsü veriyor. (Özel notum) -

            Yukarda ki ikiliden, acaba hangisi daha halk çocuğu ve daha ideal bir devlet adamı olarak kabul edilmelidir. Belagatten anladığımız ‘fikrini ifade edebilme sanatı’ ise, hangisinin, icra etmesi gerektiği konularda daha fazla bilgisi var da, üstünde oluşturduğu fikrini ifade edebiliyor, diye sormamız da gerekmez mi? Ya da belagat’ten anladıkları, uygun kelimeleri yan yana dizerek, boş içerikli kahve edebiyatı kurgusu yapmak ise, söylenecek bir şey kalmıyor. O konuda başbakan tam adamıdır, kimse eline su dökemez ama ne yazık ki işgal ettiği mevkiin değil.

            Şayet bu duruma bakıp, bu işte bir terslik var ve bunun sorumlusu acaba sadece seçmen mi diye soruyorsanız; tamamen böyle olmadığını söyleyerek biraz yüreğinize su serpelim. Bilindiği gibi 2002 lerden beri süre gelen manipülasyonlar ki buna sandık oyunları da dâhil, son Haziran seçimlerine kadar devam etmiş, oy satın almak adına da örtülü ödenekten(!) korkunç paralar sarf edilmiştir.
            Yurt dışında devşirilmiş uzman(!) kimlikli ve bizden birileri gibi de gözüken, çeşitli akıl hocalarına (Kemal Derviş formatlı), her vesilede sempozyumlar, sorulu cevaplı sunumlar tertipleyerek, sonuçta yetiştikleri ortamların oportünist ve sömürgeci algoritmasını, yeni ve olmazsa olmaz bilgiler(!) gibi gençlerimizin kafasına enjekte eden bu adamların, kadınların çok bolardığına da bakınca, bu belden aşağı ahlak düzeyinin, önümüzdeki seçimlere de sarkacağı gözüküyor. O halde sözün özü:

            Ülkemizin bekası adına, her şeyden önce odaklanmamız gereken tek husus, gecikmeden tüm harici etkenlerin, ne yapıp yapıp bizatihen elimine edilmesi ya da alternatifleriyle lehimize çevrilmesidir. Şayet Ulusal denge dış desteksiz sağlanamayacaksa, o takdirde CHP, Avrasya, Asya birliği ve üçüncü dünyadan, AB-ABD destekli AKP ile balansı oluşturacak – yani kelle kelleye getirecek - alternatif dış desteği, mutlaka önümüzde ki seçimlere kadar arkasına almak zorundadır. Ve CHP bu alternatif desteği zinhar, artık tuzlarının da kokuştuğu batı dünyasında aramamalıdır.
         Bu durumun başta CHP olmak üzere diğer muhalefet partilerince de halk’a çok açık olarak izah edilmesi, mutlaka halk’ın aydınlatılması ve onayının alınması lazımdır. Tabii, bu yadsınamaz doğruyu da önce muhalefetin benimsemesi gerekmektedir. Ve yekvücut olmak zorunda olduğumuz tek nokta da, işte ilk önce bu olmalıdır.
         CHP’nin başta seçmeni sonra da Türk Ulusuna tekrar önder olabilmesi için, artık tek bir seçimi, tek de fırsatı kalmıştır. Bu son şansını da çok iyi kullanmak zorundadır. CHP nin şaşmaz doğrularını revize etmek ve olmazsa olmaz temel taşlarının yeniden yerine oturması için de, öncelikle bir genel kurultay yapılmasının yerinde olacağı görülmektedir. 
         Yoksa sonuç, son seçimler gibi yine ‘hüsran’ olacaktır. Asla unutulmamalıdır ki, CHP misyonu, her şeyden önce, Atatürk’ün şiarından santim taviz vermeden, kayıtsız, şartsız, özgür ve bağımsız laik Türkiye Cumhuriyeti olmak zorundadır.

                                                                                                          Serendip Altındal


6 Aralık 2011 Salı

BALIKLA ALIK ARASINDA Kİ FARK..

            Bu sabah sahilde mutat yürüyüşümü yaparken, biraz açıkta ağ sermekte olan trolcüler gözüme çarptığında, birden ‘balıkla, alık arasında ne fark vardır’ sorusu aklıma geliverdi. Sorunun cevabını da, bu fark ‘b’ olmalıdır diyerek, yine kendim verdim. Öyle ya bizim balıkçık, yüzyıllardır süre gelen deneyimine rağmen, bir anda etrafında süratle alçalan kurşunların çektiği ağın ya da oltanın tuzağına hep düşer ve hiçbir zaman da tavaya yatmaktan kurtulamaz. Sonunda da hadi cumburlop, bizim balık sever Hidayet amcayla, Şükran ablanın midesine hoplayıverir.
            Eskiden balık avlamanın da usul ve adabı vardı. Balığa bile saygılıydı insanlar, doğanın bir bağışı olduğunu bilir, erdemle hakkını verirlerdi. Oyunu kurallarıyla oynar, erken saatlerde işe, doğaya ve kendilerine saygıyla ava çıkar, şükranla da dönerlerdi. Şimdilerde ‘delikli demir’ misali, yiğitliği yok eden sonarları ve uyduyla senkron çalışan çeşitli elektronik akıl vericileri var, yani kendi akıllarını bile kullanmıyorlar artık. Zaten kullanılmadığı için akılda kalmıyor ya insanımızda.
            Olayı biraz daha genişletelim, soruyu insanla balık farkına getirelim. Herhalde en büyük farkın ‘beyin’ özelliği olduğu akla gelecektir hiç kuşkusuz. Ne var ki, bir yanda balığın neslini bile kurutan trolcüler avlanırken, diğer yanda etrafımızda dolaşan, adeta günah çıkarır gibi de, ha babam besledikleri ve açlık savaşı veren pek çok insanımızdan bile daha besili gözüken, kedi, köpek, güvercin vs. bolluğuna baktığımızda, işte bu ‘beyin’ farkı bizi kuşkuya düşürüyor.
            Ve bir yanda açlığa mahkûm edilen insanlarımız ölürken, diğer yanda küreselci sermayenin, hayvan sever korolarını sahneye sürmesinin ardından, hormonlu hayvan maması ve aksesuarları satışlarının patladığı yurdumuzda, obezleşerek ve yılda iki üç defa da yavrulayarak ekolojik dengeleri bozulan çevre hayvanlarımız, mukayese kavramımızı ters yüz ediyor.

            Kimisini daha Osmanlıdan beri, sonrasında da Hitlerden kaçanları, kendimiz sıkıntı çekerken elimizle beslediğimiz, kendi öz kaynaklarımızla patron yaptığımız ve bizden birileri kabul ettiğimiz Yahudilerin, Hitler gibi ırkçı olmadığımızdan ‘hepsi’ demiyoruz ama bırakında içlerinde bazı, ‘cinsi bozuk nankörlerini’ diyelim hiç olmazsa, yıllarca koynumuzda beslemişiz.
            İçimizde ki Masonlar için fazla bir şey söylemeye gerek yok. Onlar kendini biliyor zaten, bilmeyenler içinse, başından beri, ’tek dünya devleti’ misyonu sahibi olduklarının bilindiğini söylemek yeterlidir. Onlara en doğru teşhisi de esasen Atatürkümüz koymuştu. Ama bu ‘tek dünya devlet’inin lideri kim olacaktır. Bu sorunun cevabını, işin doğrusu, hem de ortada bu kadar heveslisi varken, kendileri de(!) veremiyor. Herhalde bu koca dünyanın, tek bir lidere bırakılamayacağının onlarda farkında.

            Burada fazla ayrıntılarına giremediğim konuya ışık tutan bir alıntıyı, nasıl olsa aşağıda okuyacaksınız. Şimdi sözü fazla uzatmadan kıssadan aşağıda ki alıntıya bağlarken, açıklık getirmek adına bir not düşmek istiyorum:
            Aşağıda, ülkemizde ki, yazarının da hanidir neden tutuklu olduğunu anlayacağınız ilgili kitapta, isimleri geçen Masonlar ve Yahudilerin (Mason – Siyonist) birlikteliğiyle, AKP ile başlatılan hareketin ve bu bağlamda yazılan ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ adlı kitabın içinde, ordu ve Genel Kurmayın, Savunma Bakanlığına bağlanması, paralı bir ordunun kurulması gibi görüşlerin savunulduğu ve bunu da yeni Cumhuriyeti kuracak bugün’ün gençliği yapacak masallarının söylendiği bölümlerden sonraki pasajı bulacaksınız.
            Okuyun ve dostlarınızın(!) gerçek yüzünü görüp, yok halinizle kimlere ekmek yedirdiğinizin, kendi çocuklarınız iş bulamazken, sırtınızda kimleri adam ettiğinizin hesabını iyi yapın. Hoş bunu da, kulağı kesik, ‘cinsi bozuk nankör dedelerin’, gençliğimize yeni masalları(!) – devşirme tuzakları - olarak da algılayabilirsiniz aynı zamanda. Ama önemli olan, ne olduğumuzdan ziyade ne olacağımızdır. Her zaman ektiğini biçersin. Yaşatırsan, yaşatılırsın ya da en güzeli,
                                   ‘YURTTA SULH CİHANDA SULH. Mustafa Kemal’’.

            Bakın balıkla girdik Masonla çıktık. Yaşam, insanoğlu için soyut gerçekleriyle, balık gibi her vesilede içinde hapsolacağı bir tuzak ağı gibidir. İnsanoğlu balık değilse, o halde ‘beyin’ farkını çok iyi kullanmak ve ‘tecrübelerim bilgimdir’ diyebilmek zorundadır. Ve kim, adı ‘YAŞAM’ olan oyunu kurallarıyla oynarsa, başı ağrımaz bu dünyada.



      §    Bunları kim yapacak?... Tabii ki Yahudi desteği ile yazılan kitapta bu da düşünülmüş, zaten kitabı okuduğunuzda bahsedilen ve "Yenilikçi" diye tanımlanan kişilerin kimliğini hemen tanıyorsunuz.
Kırk dokuzuncu sayfada bu kişilerle ilgili bilgi verilmeye devam ediliyordu:
            "Yeni Türkiye”yi yaratan 2000'li yılların Türkiye’sinde söz sahibi olacak genç nesil 70 yıl öncesinin nesli değildir. Üretime katkı yapan üretken ruh, devletin kapısında iş beklemeyen bu genç potansiyel, ufuktaki Cumhuriyetin temellerini atacak kesimdir. Bu kesim çalıştığı işyerini kutsal sayan kesimdir.,.."
            Bu kitabın ardından bugün Tayyip'in kurmay kadrosunda yer alan isimlerce "Yeni Türkiye" adlı bir kitap türünde dergi çıkarılıyordu. Yeni Türkiye’yi kurmak için bu kitapta Demirel'den Tayyip Erdoğan'a, Rahmi Koç’tan Sakıp Sabancı'ya, Haşim Kılıç’tan Yekta Güngör Özden’e, İlber Ortaylıdan Mahir Kaynak'a, Abdurrahman Dilipak'tan Şakir Süter'e, Toktamış Ateş’ten Doğu Perinçek'e, Ömer Dinçer’den Osman Aytuğ’a, Şükrü Karatepe'den Sönmez Köksal’a kadar birçok isim yer alıyor; ancak ipi Tayyip Erdoğan ve kurmayları göğüslüyordu.
            Sahte Atatürkçülerin tiyatro sahnesi haline gelen ülkemizde, gerçek Atatürkçülerin sesleri çıkmıyor. Yıllardan beri ne kadar çapsız, milli ruhtan yoksun kişi varsa birçoğunun maskesi olan Atatürkçülük bugün masonların elinde oyuncak durumuna düşüyordu.
            Yahudi destekli Masonlar, "Atatürk’ün fikirlerini biz yaşatacağız" diyorlardı demesine de, fikirlerini yaşatmayı bir yana bırakın 29 Ekimlerde localarında kurdukları sarhoş masalarında Cumhuriyetin kazanıldığını iddia ediyorlar, Atatürk ve silah arkadaşlarını içki masasında gösteriyorlar, Cumhuriyetin içki masalarında kazanıldığını iddia ediyorlardı.
            18 Ekim 2005 tarihli Star Gazetesi'nde Faruk Mangırcı "Bu kadar demokrasi fazla" baslıklı yazısında, bir internet sitesinde yer alan ve Başbakan Erdoğan'a sorular baslığı ile yazılan yazılara dikkat çekiyordu. Bu haberler gazete sayfalarına yansımasına rağmen cevap verilemeyişi de olayı ilginç kılan gelişmeler arasına katıyordu. Erdoğan ve mason ilişkisinin açıklandığı ve Erdoğan'ın AKP Genel İdare Kurulu'nda söylediği iddia edilen yazı özetle şöyleydi:
            "Tüm dünyadaki Yahudi lobilerinin ve Masonların desteğini aldık. Türkiye’de her istediğimizi yapabiliriz. Ordu da masonların kontrolünde. Tüm paşalar mason ya da masonların kontrolünde. İsrail'le stratejik işbirliği yapıldığı için paşaları İsrail bağlantılarımız ile bağladık. Masonlar, Mason localarının kapatılmasının hesabını Kemalizm'i, Atatürkçülüğü, Atatürk'ü Türkiye'den silerek intikamlarını Atatürk'ten alacaklar. İshak Alaton bana bu konuda teminat verdi."
 (Musanın Çocukları – Ergün Poyraz)

                                                                                                                                             Serendip Altındal

30 Kasım 2011 Çarşamba

YASA TEKLİFİ..

            İsterseniz önce bir yasa teklifi ile başlayalım. Sekiz yıllık (ilk – orta) temel eğitimi olmayan vatandaşların seçme ve seçilme hakkını kaldıralım. Bunun nedenini tartışmak veya açıklamaya kalkışmak bile bizim ülkemizde, abesle iştigal etmek demek olacaktır. Zira önce seçim sonuçlarına sonra da yaşadığımız demokratik(!) güncelimize bakarsak, bunun cevabını açık olarak görürüz.
            Çağdaş olmak veya köklerinden koparılmış birilerinin iddia ettikleri gibi batılı(!) olmak için, önce çağdaş demokrasinin ne olduğunu bilmek, onu uygulamak ve böyle bir ortama sırıtmadan da uyum sağlayabilmek gerekmektedir. Bunun için de önce bahsi geçen ortamın vücut bulabilmesi için, ekseriyeti SEÇMEN vasfını taşıyabilen BİREYLERDEN oluşan bir toplum olma mecburiyeti vardır. Görüldüğü gibi bu şartlar, yani medeni olmak, bir zincirin halkaları gibi birbirlerini tamamlayan mecburiyetler manzumesidir. Yoksa bahsedilen çağdaşlık, ülkesinde bu şartların olmadığını çok iyi bilenlerin(!) savurduğu yalan olarak kalır, yani sanaldır ve rüzgârla da ıslık çalar.

            Batılı olmak veya olmamak! İşte soru budur. Shakespeare bugün yaşasaydı, adı da mesela bizim Şemsi olsaydı, herhalde böyle diyecekti. Herkesten önce Anadolu’ya gelmişiz. Batı ve doğu medeniyetlerinin buluştuğu köprüye, zaten batılı değilmiydik ya da ne zaman batılılıkla bir sorunumuz oldu. Cumhuriyetten önce de, sonra da, buna uygun bir misal mevcut değildir. Batılı olmakla, medeni olmak farklı şeylerdir aslında.
            İleri görüşlü Atatürk, Avrupanın göbeğinde benim gibi yıllarca yaşamak mecburiyetinde kalmadan farkında olmuştu, Türk kimliğinin erdeminin. Bana ise, Avrupanın göbeğinde yaşanmış yıllarla örtüşen bizatihi tecrübelerimle, hem de kurmayları içinde, bir sistem planlama bilgi işlemcisi olarak, tanıdığım insanların çoğundan, değil eksiğim ama fazlam olduğuna bizzat tanık olarak, aziz atayı teyit etmek düşüyor bugün. Hoş oralarda ki arkadaşlara da, şakayla karışık sizlerden daha iyi bir Alman vatandaşı (ki değilim) değilmiyim diye sorduğumda, bana itiraz eden de olmamıştı zaten. Kendi adıma Avrupalı olmak veya olmamak sorunum hiç olmadı ki, bunun ne olduğunu bile anlamakta zorlanıyorum.
            Ayrıca biz Türklerin tarihlerinde, yukarda belirttiğim gibi, hiçbir zaman böyle bir sorunları da asla olmamıştı. Bugün de dünyanın her köşesinde, Türk kimliğimin bizatihi onur ve gururuyla, daha da yükselen ve dik duran başımla, omuzlarımı gererek yaşarım. Bu konuda bizatihen yaşadığım daha çok şey de söyleyebilirim. Ama onlarda bana kalsın. Zira bu fasıl, bir sayfalık edebiyatı çok aşar ve ayrı bir kitap konusudur. Yalnız bu vasıtayla, yüce Atatürkün de dediği gibi ‘onlar bizi çağırsın’ demek istiyor ve bize muhtaç olacakları o günlerin de kapıda olduğunun bilincinde olduğuma, dikkatinizi çekmek istiyorum.
           
             Öz eleştirimizi yaptığımızda nasıl bir toplum olduğumuz, içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız katastropik ‘DEMOKRASİYİ’ oluşturan, katastropik ‘SEÇMEN PROFİLİ’ ile kendini göstermektedir esasen. Eliyle seçtiği hükümeti tarafından, bunca aşağılanmanın ve adam yerine konmamanın tek günahı, aslında seçilenden ziyade, onu kendisine layık gören seçmenindir.
            Buraya kadar söylediklerimizde anlaşabildiysek, yeni oluşturulmaya çalışılan anayasa da, ele alınması gereken ilk maddenin, yukarda ki sekiz yıllık temel eğitim mecburiyeti teklifimiz olması gerektiğinde de hemfikiriz demektir. Ve şayet tutarsa, bu yasanın kesin olarak ulusumuza büyük faydası olacaktır.
           
                                   Anladık batılı olalım
                                   Olalım da, ne yani
                                   Hicazkârla salsa mı yapalım
                                   Önce, özü sanaldan
                                    Altını bakırdan
                                   İbrişimi misinadan
                                   Danteli paçavradan
                                   İpekliyi pamukludan
                                   İkisi de mavi gözlü olsada
                                   Atamızı Johny Walkerden ayıralım
                                   Akıllı olalım da
                                   Öz değerlerimizin farkına varalım
                                   Ve sarımsaklı işkembe çorbamıza
                                   Avokado basmayalım
                                   Diyelimde bitirelim söylemi
                                   Ama son soruyu da kendimize soralım
                                   Kökten yolunmuş yaban kazlarına
                                   Acaba bir şey anlatabildik mi(?)
                                                                      
                                                                                                          Serendip Altındal

25 Kasım 2011 Cuma

AFİŞLER ÜZERİNE..

            Dersim yalanının neredeyse genosit’e dönüştürüldüğü bir ortamda, sevgili öğretmenimin güme getirilen anma gününü kendimce yaşamaya çalışırken, bir anım geldi aklıma. 
            70’li yıllarda, ailemle birlikte Almanya’da yaşadığımız dönemde, büyük kızımın okuduğu okulda, ilk defa bir aile toplantısına katılmıştım. Toplantının yapılacağı salona doğru Alman aileleri ile birlikte yürürken, bulunduğumuz koridorda,  duvara asılı koskoca ve neredeyse gözüme giren iki afişi görmemem imkânsızdı.
            Birinde ‘Türken Raus!’ – Türkler defolun! - diğerinde ise ‘WIR SIND DAGEGEN!’ – Biz buna karşıyız – yazıyordu. Bu kafama takılmıştı bir kere, toplantıda farklı konular konuşuldu ve bizlerde fikirlerimizi söyleyerek tartıştık. Bense, bu afişler konusu da muhtemelen gündeme gelir diye boşuna bekledim. Ne gezer, baktım ki toplantı sona eriyor, hemen okul müdüründen söz hakkı istedim ve orada bulunan müdür, eğitmen ve ailelere hitaben; Koridorda ki afişleri işaret ederek, şayet ciddiyseniz, iki afişi de kaldırın dedim. Bu ifadem belki bizler için hafif kalırdı ama Almanlar ve hem de eğitmen (pedagog) olanları için yeterinden de fazlaydı. Nitekim toplantının sonunda müdür yanıma gelerek haklı olduğumu, beni de ikna eden bir samimiyetle ifade ederek okulu adına özür diledi.
Bende kendisine teşekkür ederek kızım ve eşimi alıp oradan ayrıldım. Bu arada söylemeyi unutmayalım. Almanya da aile birliği toplantıları, ailelerin çay partisi olarak algılanmazlar. Okul Aile toplantılarında ana neden, çocuklarımız ve onların istikbali olduğu için bu toplantılarda önce çocukların bulunması gerekir. Öylede olur zaten, çocuklar, aileler ve öğretmenler bir arada, yüz yüze her şeyi açıkça tartışır ve yüzleşirler, yani gizli ya da konuşulmayan hiçbir şey kalmaz. Güzel değil mi? Darısı başımıza.

Ne ki, kendi Ulusal güvenlikleri söz konusu olduğunda, yabancı yoğunluğunun giderek arttığı tüm kalkınmış(!) ülkelerde, şüphesiz Almanya’da da, zaman zaman iyi niyetli, sağduyulu, ilim, irfan sahibi kişi ve kurumların akıl erdiremediği, derin(!) devlet ince ayarları çekilmektedir. Ve arada sırada birileri gizli bir düğmeye basarak, hafifinden en radikaline doğru giden, ırkçı eylemlere start vererek, en yoğun oldukları içinde önce Türklere, babalarının ülkesinde yaşamadıklarını ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerektiğini hatırlatırlar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi tekrar birileri stop tuşuna dokunuverir ve hep birlikte üzüntü(!) beyan etmeğe ve meclislerinde bile saygı duruşları(!) sergilemeye kalkarlar. Dolayısıyla bu gibi gösterileri de pek ciddiye de almamak gerekir.
Bu arada bütün tevazuumuza rağmen kendimizle gurur da duymalıyız. Çünkü ben Türkiye’de hiçbir okulda ve hatta sokaklarda bile, mesela ‘Kürtler Defolun’ diyen bir afişe rastlamadım şimdiye kadar. Alman müdür, benden okulu adına özür dilemişti. Çünkü bir pedagog olarak, ben de ilk görüşte bile infial yaratan bir afişe, her gün hem de Alman arkadaşlarının yanında tahammül etmek zorunda kalan kızımın, körpe dimağında oluşabilecek harabiyetin, ezikliğin o da farkındaydı.
Ne var ki, ilk temel eğitimlerini aile ortamında bizden alan kızlarımızın kişilik fundamentleri sağlam olduğundan, Türkiye’de de adaptasyon sorunu çekmeden, kendi kimlikleriyle hiçbir sorunları olmadan ve üniversitelerini de bitirerek, ahde vefa sahibi, sağlam birer Türk kadını olarak olgunlaştılar. Ve onlarla gurur duyuyoruz. Ebeveyn olarak bizim gibi emperyalist dünyanın göbeğinde bizatihen bunu gerçekleştirebilenlere, anavatanlarında yavrularını, kendi elleriyle çağlar gerisinde kalmış ÇAKALLARA yediren zihniyetin izahını yapamazsınız.

Kendi anavatanlarında, diğer meslektaşlarından çok daha zor ve sıkıntılı ortamlarda yaşam mücadelesi verirken, birde çocuklarımızı sağlam temeller üstünde vatansever, milli erdem ve onuruyla, özgün bireyler olarak eğitmek zorunda kalan sevgili öğretmenlerimizi, mücadelelerinde yalnız bırakmayıp, onlara yardımcı olmak zorundayız. Çünkü bu her şeyden önce çocuklarımızın, dolayısı ile de yurdumuzun gelecek müktesebatı adına olmazsa olmaz bir mecburiyetimizdir. İşte bunun için de ilk görev, onların ilk eğitmenleri olan anne ve babalarına düşüyor.

Gelin o halde, sevgili öğretmelerimizi kutlarken, ilk eğitmenlerimiz olan, sevgili anne ve babalarımızı da dışarıda bırakmayalım.

                                                                                              Serendip Altındal 

21 Kasım 2011 Pazartesi

MERKEZ BANKASI PARA BASMAMIŞ!!..

            Buyurun aşağıda size yine bir ibretlik ekonomi – kimin ekonomisi – dersi. Bizim İngiliz çıkartması Maliye Bakanı, EPC toplantısında küreselci patronlarının kendisine bellettikleri zırvaları, rolü gereği de başarıyla peş peşe sıralamış, gülmeye hazırlanın.

            Sanki senin ekonomik özerkliğin kalmış ve sanki sen artık olmayan milli ekonominin patronuymuşsun gibi. Sanki MB senin kontrol edebildiğin kendi ulusal merkez bankanmış. Ve sanki sen, gerektiği zaman bile ulusal mali dengeyi sağlamak adına, para basabilirmişsin gibi, sallamışta sallamış birader. Hani biz de yedik doğrusu. Senin emisyon iznin var mı? Senin üretici, tüketici endeksini, milli ekonomi lehine revize edebilme yetkin var mı acaba?
            Sen ihracat endeksli ve ithalat borçları asgariye indirilmiş bir milli ekonomiyi, değil sağlamak acaba gündeme bile taşıyabilirmisin, Maliye Bakanı(!) olduğun bu ülkede. Ve sen bu ülkede, şayet patronların izin vermezse, Maliye Bakanı olarak acaba nefes bile alabilirmisin. Para basmadık deyipte vatandaşını kandırma bari. Zaten basamazsın.
            Bende kime, ne söylüyorum ki. İşin de bu değil mi esasen. Seni bunun için majestelerin bu göreve atamadı mı? Ha bak, yüksek maliyetli dış borçların artsın diye, parayı basamazsın ama piyasadan çekersin. Borcu nasıl olsa sen ödemeyecek ve katmerli maaşını almaya devam edeceksin. Borcu altında ki, milletim(!) – kimin milleti - dediğin gariban düşünsün.
            Bu da senin formatınla tam örtüşüyor esasen. Parayı basmadık ama kastık diyorsan bak orda da haklısın işte. Ayrıca Makro finans kaynaklarını da sağlama almışsın. Tabii ne demezsin. Küresel kaynaklı sıcak dolarlar(!) ve fonlar arkana tampon olmuşken, bir süre daha sırıtabilirsin. Ve de tek güvencen şimdilik budur zaten. ABD Merkez Bankası 7X24 saat ne iş yapıyor sanıyorsun.
            Seninde çok iyi bildiğin gibi, o karşılıksız paçavra dolarları sizlerden ve altımızda ki bahar zedelerden(!) başka alan da kalmadı artık bu dünyada. Hatta hilal i ahmere muhtaç majestelerin bile tenezzül etmiyor onlara, zira kendi hurdacı parası bile daha değerli. Sen gerçek anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Maliye Bakanı görevini temsil ettiğine sahiden inanıyormusun? Yoksa sende bize bunları anlatmaya çalıştın da, İngilizce düşündüğün için bizler mi anlayamadık. Lakin ne zamana kadar yedireceksiniz bunu vatandaşıma.

            İstersen, senin de bildiğini ben sana söyleyeyim ki, vatandaşım da duysun. Türkiye Cumhuriyetinin adı, bayrağı, Ulusal kimliği, devlet yapısı değişinceye, sizler mevcudiyetleriniz ve misyonlarınız gereği, küreselci sömürgecinin bedelini bize ödetinceye kadar. Ve en önemlisi de, ondan sonra, sana sırt çantası olan küresel destek, bizim gerimize girecek kazığa dönüşünce kopacak kızılca kıyamet asıl.
            Tabii sen o zaman hempaların gibi çoktan, dağların arkasında, gerçek vatanında ki bir delikte kaybolmuş olacaksın. Faturayı da senin değil ama benim yurttaşım ödemiş olacak. Sizler de bir taraflarınıza herhalde kına yakacak ve tarihin tüm şeref ve erdem yoksunlarının son bulduğu hıyanet bataklığında, emsalleriniz gibi boğulup yok olacaksınız.
            Neye kahrediyorum biliyormusun? Benim Türk Ulusum, Atatürk’le ebedileşen Çankayasından, Posof belediyesine kadar, bir zamanların parıltılı Arsenal’inin şimdi ise hurda mezarlığının bekçiliğini yapan 2,5 İngiliz’in hala tufasına getiriliyor ya, oysa sahte İngiliz güneşi çoktan batmışken. Ne desen haklısın. Çünkü Okyanus ötesinde ki göçmen yerleşkesinin çeribaşılığını bile, göbek bağı nedeniyle, bu eski adalı hergele yapıyor hala.
            Ama ben sadece, kabrinde kahırla yatan adamın hası, yüce Atatürk’üme yanıyor ve ona ağlıyorum. Ama çok iyi de biliyoruz ve o aziz muhtereme garanti ediyoruz ki, birlikte topuna birden basacağımız tekme günleri, yine tepelerin ardından yaklaşıyor. Ne var ki, bu herifler Türk evladının bu kadar sopasını yemiş yine de adam olamamışlardır.
            Ne denir ki bu izansızlara, siz bakmayın iki lafın arasında sokuşturdukları demokrasi(!) ve özgürlük palavralarına, dediklerine kendileri de inanmazlar. Barbar olmayan, sömürgeci ve de mazlum kanı emen vampir olabilir mi hiç. Başka yerde de arama, önce Amerikan özgürlükçülerinin(!) adalet isteyen kendi vatandaşlarına yaptıkları mezalime bak.
            Akıttıkları tavşankanı değil, mazlum yurttaşlarının kanı. Kendi vatandaşının kanını akıtan sana ne yapmaz. Hiç bu heriflerden dünyaya fayda gelir mi? Barbar oldukları için de sadece kaba kuvvetten anlarlar. Yani kaşındıkça basacaksın sopayı, çünkü bunların anladıkları tek dil ve aldıkları tek ilaç da budur. Rahmetli Atatürk de bunları iyi etüt etmiş ve yumuşak karınlarını tespit etmişti. O yüzden de onu ister istemez sayarlar fakat gerçek yüzlerini bütün dünyaya gösterdiği için de sevmezler aslında.

            İşte patronun olan küreselci eşkıyanın megalomanik ve depresiv dünyası, yukarda çizmeye çalışılandan farklı değildir aslında. Herifler mezara bile avuçlarında bir avuç toprakla girecekler, Ne yaparsın doğaları böyle. Bu arada, üyesi olduğun AKP hükümetinin bu olağanüstü ekonomik başarısının(!) tek sorumlu maliye patronu olmak, acaba seni hiç rahatsız etmiyor mu, hele onu da bir deyiverseydin keşke.
            Ne var ki herkes ‘SON’ u kendisine göre yazar ama her zaman tek bir gerçek ‘SON’ vardır ve o da tarih olur zaten. Bütün gidenler gibi, sizler de SONUNUZU göreceksiniz, hiç merak etmeyin. Tüm artı ve eksilerinizin envanterini son anda yapma fırsatınız olur İnşallah(!) Başka ne dileyelim ki size.

           §   Şimşek: AB krizine karşı B planı hazır
MALİYE Bakanı Mehmet Şimşek, Tuscon ve Avrupa Politika Merkezinin (EPC) düzenlediği Türkiye-AB İlişkileri konulu toplantıda konuşma yaptı. “Mali disiplini sürdürüyoruz; dalgalı kur sistemi Türkiyenin şokları absorbe etmesine önemli katkı sağlıyor. Kurdaki değişim önümüzdeki dönemde cari açığı olumlu etkileyecek. Makro finansal temellerimiz çok sağlam. AB krizine karşı Türkiye’nin her zaman için bir B planı var” diyen Şimşek şunlasöyledi:
Merkez, para basmadı çekti
“Kamu finansman dengeleri sağlıklı bankacılık güçlü, esnek kur sistemi var; bu da bize bir manevra alanı sağlıyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye’ye küresel doğrudan yatırımların Avrupadaki sıkıntılara rağmen artacağını düşünüyorum. Türkiye gibi yüksek büyüme potansiyeline sahip bir ülkeye fon akışının devam edeceğine inanıyorum. Türkiye’ de TC Merkez Bankası, gelişmiş ülke merkez bankalarının aksine, para basmadı hatta son dönemde çekmeye başladı; bu anlamda Türkiye hazırlıklı ve ihtiyat.”  (Sözcü: 19.11.2011)
                                                                                                                                     
                                                                                                                                                      Serendip Altındal